Somebody Something, Same Body Same Thing















23 Şubat 2015 Pazartesi

August Landmesser ve Nazi Dönemi




1910 yılında dünyaya gelen Landmesser, oldukça ilginç bir hikayeye sahip bir Alman. Kısacık yaşamına türlü türlü zorluklar sığdırmış ve gayet de mutsuzbir şekilde hayatını kaybetmiş olan Landmesser, Nazi Partisi iktidara gelmeden iki sene önce iş bulurum umuduyla partiye aydını yaptırmış ve başına geleceklerden habersiz bir şekilde partide faaliyetlerde bulunmuştur. Bir Yahudi ile nişanlanmasından dolayı partiden ihraç edilmiştir. İkili Nurnberg'de evlenmek istemiş ancak Nurnberg Kanunları nedeni ile bir ay sonra evlilikleri önlenmiştir. 1937 senesinde eşi ile Danimarka'ya kaçmak istemişlerdir ancak Landmesser tutuklanmıştır. Tutuklandığı sırada Irma Eckmer hamiledir. 29 Ekim 1935'te kızları Ingrid dünyaya gelmiştir. 1936 yılında, çalıştığı fabrikada üretilen Horst Wessel gemisini "selamlamamış" ve "dishonoring the race/ırkı hiçe sayıp onursuzlaştırmak" sebebi ile suçlu bulunmuştur.

Hem eşinin Yahudi olması hem de "ırkı onursuzlaştırma" suçları nedeni ile alıkoyulmuştur. Eşi Irma ise Gestapo tarafından tutuklanmıştır. Tutuklandığı esnada ise ikinci çocuğuna hamiledir. Doğan ilk çocuk, Ingrid, büyükannesinin yanında yaşayacak diye söz verildiyse de önce yetimhaneye gönderilmiş oradan da bir ailenin yanına "besleme" olarak verilmiştir (Çıplak ayaklı Heidi'ye selam olsun).
Irma Eckler önce Oranienburg sonra da Ravensbrück konsantrasyon kamplarına gönderilmiştir. 1942'nin sonlarına kadar eşine mektup yollamaya devam eden Eckler'in 1942 yılında öldüğü tahmin ediliyor.
İki çocuk da yetimhanelere ve "bakıcı ailelere" verilmiştir. Çocuklar büyüyünce ebeveynlerinin soyadlarını ayrı ayrı kullanmaya başlamışlardır. Ingrid babasının, Irene ise annesinin soyadı ile hayatlarına devam etmişlerdir.
Son trajik olan ise, Irma ve August'un evliliklerinin 1951 yılında Hamburg Senatosu tarafından, ikisi de öldükten sonra kabul edilmiş olması.

2 Ekim 2013 Çarşamba

İstanbul Üniversitesi!

Malum 4 senelik Lisans eğitimini bitireli birkaç ay oldu. Türkiye'nin en köklü üniversitelerinden birisi olan İstanbul Üniversitesi'nde Yüksek Lisans yapmaya başladım. Henüz başlamış olmama rağmen birkaç sıkıntıyla karşılaştığımı söylemek istiyorum. Bu sıkıntılar eğitimle, hocalarla ya da birebir benimle ilgili değil. Bu sıkıntılar okulun genel yapısıyla ilgili, naçizane.

İstanbul Üniversitesi malumunuz devlet üniversitesi ve mantık da devlet dairesi mantığı doğal olarak. Bu okulda "Nokta Otomasyon" diye bir sistem var. Çoğu devlet/özel okulda olan internet üzerinden öğrencilerin ders seçip danışman hocaların onaylaması şeklinde geliştirilmiş olan bir program bu da. Ancak nedense asla kullanılmıyor. Ders seçip yolluyorsunuz ve sanki hiç internet üzerinden işlem yapmamışsınız gibi okula gidip imza, fotokopi, dilekçe, kaşe, onay gibi işlerle birebir uğraşıyorsunuz. Okul 1453 yılından beri eğitim veriyor diye okuldaki neredeyse her eşya o yıldan kalma. Eski güzeldir ama "eskimiş" zararlıdır. Okulda hep bir arşiv tozu havası var. Keşke çok daha dikkat edilse. Modernleşme söz konusu değil. Kapılar, camlar, sıralar her şey Fatih'in İstanbul'u fethettiği şekilde aynen duruyor.




Sosyal Bilimler Enstitüsü her an yıkılacakmış gibi duruyor. Fazla eski. Ha öyle tarihi bir şekli olduğundan da değil. Bildiğin eski. Bakımsız. Ve haddinden fazla kalabalık. Her daim. Okula gittiğimde kendimi çok güvende hissediyorum. Ama okuldan çıktığımda da bir o kadar güvensiz hissediyorum. Beyazıt çok tuhaf. Fazla kozmopolit. Fazla karmaşık. Bu söylediğim eleştirilerle ilgili fotoğraf desteklerinde bulunmak istiyorum ancak internet buna müsaade etmiyor. Her şey güllük gülistanlık internet aleminde. İstanbul Üniversitesi'nde okumuş/okuyan/okuyacak olan arkadaşlarım. Sizleri çok seviyorum. Siz bu zorluklara göğüs gerdiğiniz/gereceğiniz için çok yüce insanlarsınız. Gerçekten!

Andımız


Sorunun şu olduğu hala anlaşılamadı. kimse bunca yıldır "andımızı okumaktan çok rahatsız oluyorum, anayasa'da Türk kelimesinin geçmesinden rahatsız oluyorum, Türksen Türksün ben kürdüm" gibi aforizmalarda bulunmuyordu. Kaldı ki Atatürk "Ne mutlu Türk olana" değil "Ne mutlu Türküm diyene" demiştir. Kafatasçılığı yapmamıştır, Türk olmayanın da kendini Türk olarak görecek olmasına "Ne mutlu" demiştir. Türk olmayanları ayırmamıştır. Bir devlet yaratmıştır ve bu devletin ulus devlet olması sebebiyle Türk devleti-Türkiye denilmiştir. Kürt olmasını seçseydi Kürt milleti derdi. maksat devletin adını koymak. yüzyıllarca millet sistemiyle devlet içinde insanlar dinlerine göre ayrıldı, kimse Kürt Laz Çerkez alevi diye ayrılmadı. Herkes kendi dinince yargılanabilsin diye bu sistem devam ettirildi. Sonrasında da vatandaşlık ilkelerince anayasalar yapıldı. Türklük vurgusu, vatan vurgusu altında yer aldı. 



"Bir Türk dünyaya bedel, Türk Türk'ü nerEde görse tanır" bilmem ne lafları yapılırken yaşanılan coğrafya, altında yer aldığımız bayrak, vatan vurgusu vardı her daim. Lozan Antlaşması içinde yer alan herhangi bir etnik ayrılık söz konusu değil. Kürtlerin azınlık sayılmama sebebi hepsinin Sünni Müslüman olarak geçmesidir. Aleviler de Müslüman olarak görüldüğü için imtiyaz tanınmamıştır. Rumlar, Yahudiler ayrılan kısımlar olmuştur dinleri sebebiyle. çünkü bu antlaşma, Avrupa ülkelerinin aksine etnik olarak değil dini olarak hazırlanmıştır. İspanya'da Basklar Katalanlar arasındaki ayrılık tamamen etnik ayrılıktan ötürüdür. Belçika'da Flamanlar, Almanca ve Fransızca konuşanlardan ayrıdır çünkü etnik olarak ayrı bir etnik kökene ait olarak görülürler. 

Tüm bunların sonucunda andımızda yer alan "Türk'üm... İlkem, yurdumu milletimi özümden çok sevmektir..." gibi kısımlar asla etnik bir köken ayrıcalığı taşımamaktadır. Osmanlı toprakları içerisinde zaten onlarca Türk kavramına göre "Millet" vardı. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte bu cumhuriyetin kurulduğu topraklarda yaşayan herkese de Türk denildi. Kimse sana "sen Kürtsün ama bundan sonra Türk olacaksın hehehe" diye dayatma yapmadı. Türklük birbirine bağlılık, aynı kaderi paylaşan vatandaş topluluğunun adı olarak konuldu. Osmanlı'da herkes Müslim-Gayrimüslim olarak ayrılıyorken milliyetçiliğin ortaya çıkışına kadar kimsenin sesi çıkmadı. Kimse etnik kökenden bahsetmedi. Milliyetçilik ayaklanmalarıyla birlikte 1830'da Yunanistan bağımsızlığını ilan etti de bu milliyetçilik ayaklanmaları başladı. 

Kaldı ki şimdi yok Kürtçe dersleri yok bilmem ne dersleri vererek 80 sene sonra herkese istediğini vermeye kalkarsan işin içinden çıkamazsın. İki Kürt lider Barzani ve Talabani'nin Kürtçe konuşmalarına rağmen aralarında tercüman olduğunu bilen kaç kişi var? Birbirlerini anlamıyorlar. Çünkü Kürtçe diye geçen dil 5-6 farklı lehçenin ana adı. Sen tutup en çok konuşulan ağızlardan bir tanesini Kürtçe ders olarak vermeye başlarsan bu sefer diğer Kürtçe konuşanlar yine anlamayacak ve yine sorun olacak. Herkesi mutlu etmenin hiçbir olasılığı yok. 

Sonuç mu? Andımız okunurken sen bağırma arkadaş. Tüm bunları düşünemiyorsan, düşündürülmüyorsan hiç sesini çıkarma. Kendini önce insan olarak tanımla, Kürt-Türk-Bask-Katalan-Kıpçak hepsi yapay şeyler zaten.


18 Temmuz 2012 Çarşamba

Neler Oldu?

1 sene dolmadan tekrar bir şeyler yazabilmeye anca fırsat bulabilmek ilginç oldu. Takip eden falan filan varsa öncelikle herkese merhaba. Umarım herkes iyidir. Ben iyiyim zira, iyi olmaya çalışıyorum veya. İyiyim demek refleks oldu ne de olsa. Neyse... Düşündüm ne yazsam ne yazsam diye de. Neler olmuş neler bitmiş onları anlatayım bari. Okulla ilgili ilk senelerde yaşadığım adaptasyon sorununu son 2 senede geride bırakmış sayıyorum. Pek istemeden geldiğim bir bölümü zorla da olsa sevmeye başlayıp sonrasında kendi isteğimle sevdiğimi görünce bana türlü türlü ödüller verilmesi gerektiğine inanıyorum. Sonuç olarak yükselen bir grafik içerisinde sadece yarım dönem uzayan okul beni çok da yıpratmadı. Her şeyin daha iyi olacağına inanıyorum.

Velhasıl yaz gelmiş de olsa ceza olarak Yaz Okulu'na gittiğim için de ziyadesiyle üzgünüm. Neyse ki aldığım iki ders çok da sıkıcı olmamakla beraber çok da zorlamamakta. Ama yazın sıcağında insanlar "deniz, güneş, kum", "ay sırtım yandı", "popomla sırtımın renk farkı çok fenaaaa", "deniz çok soğukkk" diye gezinirken ben "okula gitmek için kaçta kalksam" diye hesaplar yaptığım için kendime kızmıyor değilim. Onlara da kızıyor olabilirim. Kızılan biri var ve sorumlusu benim sonuç olarak. Çok çirkin.



" "Haha gerizekalı" dercesine bakan velet. ,,


Okul bitince ne yapacağımı düşünmek de hallice vaktim alıyor. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bitirip de keşke "Uluslararası İlişkilerci olucam" diyebilsem. Tıp bitirince doktor, Hukuk bitince avukat olabilmek gibi bir kavramı olmalıydı bu bölümün de. Medya, İnsan Kaynakları, özel sektör... Neyse ki olanakları fazla da seçim yapmak kolay. Her şey olabilirim derken hiçbir şey olamamak da var işin ucunda. Öyle bir şey olmaz, olabilir de. Olmamalı. Yok yok olmaz. Olmasın!

İleride bu saydıklarımdan biri olursam bu yazıyı okup okup gülümserim artık. Başarı hikayemi buradan okuyup dediydi dersiniz. Deyin ha! Güme gitmesin koca yazı. İspatlarla, belgelerle konuşuyoruz herhalde.














Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar gibi gözükse de sizlerle daha sık birlikte olmaya özen göstereceğim artık. Fazla ara vermeye gerek yoktu. Neyse artık. Öptüm görüşürük.

24 Temmuz 2011 Pazar

Back To Black

    You Know I'm No Good ile tanıdım seni. O ilginç saçların, değişik makyajın, dövmelerin, müthiş sesin, harika yorumun, şarkı sözlerinin anlamlılığı, akışı, seni sen yapan her şey. O kadar çektin ki her şeyinle. Ne kullanmışsın, ne içiyormuşsun, kimlerle evlenmiş boşanmışsın o kadar umrumda değildi ki. R&B, Soul, Jazz tarzınla tüm dünyayı da etkiledin. 2003 yılında çıkardığı Frank albümü ile piyasaya girdi Amy Winehouse. 2006 yılında çıkardığı Back To Black albümü ile tüm dünyayı kasıp kavurdu. 10 milyondan fazla albüm sattı.

    Back To Black, You Know I'm No Good, RehabLove Is A Losing Game, Addicted gibi şarkıları yazmak için normal bir insan olmamak gerekiyor bunda sıkıntı yok. Her sanatçı, her bir şeyler üretmesi gereken bir insan kafası o yönde çalışsın, bir şeyler üretebilsin diye bir şeyler kullanıyor ne yazık ki. Normal düşününce çıkan şeyler değil çünkü. O acılar, o dalgalanan histerik cümleler normal bir kafadan çıkmaz. Bunda hemfikiriz. Ama tabi ki bu legal ve kabul edilebilir bir şey değil. Amy, daha fazla üretebilmek için mi daha çok kullandı bu tip şeyleri? Yoksa kocası mı teşvik etti? Kocasından ayrıldıktan sonra şarkısındaki gibi daha da mı 'addicted' (bağımlı)" oldu?

    Beni tek hüzünlendiren, gözlerimi dolduran, hatta ağlatan şarkının sahibi, 27'ler kulübünün en son ve beni en çok üzen üyesi, sesiyle beni büyüleyen şarkıcı. Kendine kıymaya hiç hakkın yoktu be Amy. Göz göre göre kendini eritip bitirmeni izlemek çok acı verdi. Daha neler yapabilirdin kimbilir? Ne şarkılar yapıp hüzünlendirir, ne şarkılar yapıp vurdumduymazlığını gösterir ya da ne şarkılar yapıp kendine hayran bırakırdın kimbilir... 27-28 şarkı yapıp çekip gittin. Daha doyamadan. İstanbul'a kadar gelip konserini bile veremeden. Sen gittin ama aynı senin gibi erkenden çekip gidenler gibi olacaksın sen de. Değerin, ki zaten biliniyordu yeterince, daha da artacak, yaptığın ıncık cıncık her şey milyonlarca dolar edecek, adınla yaşayacaksın.

    Dediğin gibi Amy, "We only say goodbye with words,,


19 Haziran 2011 Pazar

Ne Olacak Bu Cimbom'un Hali?


    Bir şeyler yapılmaya çalışılıyor şu sıralar. Basket takımı play-off finallerine çıktı 26 yıl sonra. Güzel de performans sergiledi ama basketbolda Türkiye'nin en iyi takımına yenildi. Preston Shumpert, Tutku Açık, Jerry Johnson gibi yıldızlar iyi iş yapsalar da yeterli olmadı. Çok bile direndik. Fenerbahçe Ülker'de Ömer Onan, Šarunas Jasikevicius, Sean May, Marko Tomas, Emir Preldzic gibi yıldızlar kalitelerini ortaya koydu. Ancak çaba takdir edildi. Bir kere yaptık ya arkası gelir onun. Umarım yani. Avrupa zaferlerimize benzeyecekse gerisini beklemeye gerek yok hiç. Her neyse. Aferin Potanın Aslanlarına ve aferin Oktay Mahmuti'ye.




    Futbolda da yenilik dönemine girildi. 3. Fatih Terim dönemi takımın çehresini değiştirecek, bu kesin. 2. gelişindeki gibi kadro da yönetim de dandik değil. Daha iyi iş yapar gibi geliyor. Ancak, yeni takım kuralım kan gelsin can gelsin diye elde olanları patır patır gönderip yerine ne iş yapacağı belli olmayan adamlar alınacaksa eldekiler neden gönderiliyor o zaman? Zaten hali hazırda takımı tanıyan adamı gönderip bir de aynı kalitede ve üzerine yabancılık sıkıntısı çekecek bir adamın gelmesi saçma olur.



    Örneğin adı geçen Tomas Ujfalusi. Lucas Neill ayarında olduğunu söyleyemem. Daha düşüşte olan bir oyuncu. Hırsları benziyor da diyemem çünkü Ujfalusi'ninki daha çok hırçınlığa dönük. Yetenek olarak bakarsak da Neill daha çok bölgede yer alabilme yeteneğine sahipti. Gönderildi, ve yerine yaşı aynı ancak özellikleri daha düşük birisi geliyor (doğruysa tabi). İlk hata bu olur. Barış Özbek'in gönderilip yerine Selçuk İnan'ın alınması ise başarıdır. Artıdır. Selçuk İnan, Türkiye'de kafasını kaldırmadan araya ince pas atabilen yegane Türk oyuncudur. Barış Özbek ise hırsı sayesinde Galatasaray'da oynayabilmiş, ancak devamlılık sağlayamadığı için genellikle yedek beklemiştir. Ceyhun Gülselam da iş yapar, hem stoper hem ön libero olarak oynayabiliyor. Uzaktan şut çeken adama ihtiyacımız vardı. Selçuk da Ceyhun da bu işte çok başarılı. Bu açıdan çok iyi oldu. Jose Antonio Reyes ve Diego Forlan isimleri ise beni korkutuyor. Tomas Ujfalusi'yi de sayacak olursak, ve bu transferler gerçekleşirse Arda Turan'ı aylardır isteyen Atletico Madrid, Arda'yı alamamakla kalmayıp üzerine üç tane de oyuncusunu bize kaptırmış olacak. Onlar için çok üzücü saçma karışık duygular yaşatıcı şeyler bunlar. Ha ama gelirlerse kesinlikle renk katarlar lige. Takıma da ivme kazandırırlar. Diego Forlan, Manchester United'daki dönemlerinde çok parlak bir oyuncu değilken, Atletico Madrid'de oynamaya başladığından beri hem kendi milli takımı ile hem Madrid temsilcisi ile müthiş maçlar çıkarmış ve kalitesini göstermiştir. 2010 Dünya Kupası'nda Luis Suarez ile birlikte takımı sırtlayan iki isimden biri olmuştur.

    Sözün özü mü? Ünal Aysal başkanlığa bir geldi pir geldi. Ceyhun ve Selçuk için daha önceden anlaşılan isimler, henüz onun bir icraatı yok deniyor. O da bu iddiaları bu üç süper yıldız ile noktalayacak gibi gözüküyor. Her şey hayrımıza olur inşallah. Yeterince kötü bir sezonun ardından bizim de yüzümüz gülsün artık.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Yoz Geldi Her Gece Kulüpte Yine Yoz Geldi Vur Şişenin Dibine

    Malumunuz bir önceki yazımda bahsettiğim gibi yaz gelmemiş olsa da okullar vesaire kapandı tatil sezonu başladı. Tatile gidenler gitti gidemeyenler kaldı sap gibi. Tatile giden de gitmeyen de yazı fırsat bilip gece kulüplerine akmak istiyor, akanı var kokanı var. Eğlenmek de bilinmesi gereken bir icraattir arkadaş. Eğlenmesini de bileceksin. İnsan nasıl parası var diye o kadar zevkli de ilan edilmiyorsa, en güzel gece kulübüne gittiğinde eğlenemeyen insanlar da var. Olabilir. "Bilmiyorsan gitme be!" de denmez. Gidene kapıda kültür sormuyorlar.

-Eğlenmesini biliyor musunuz?
*Hehehe size ne ki parasını verdim giricem.
-Ha olmaz öyle.
*E napmamız lazım?
-Şuraya geçin siz, 20 soruluk test var. Çözün onları. 2 yanlış bir doğruyu götürecek. Süreniz 5 dakika.
*N-nasıl ya? Çalışmadık ama biz.
-Seneye tekrar girersiniz o zaman.
*Hö?







    Kelime anlamı ile "yoz"; yozlaşmış kimse demek. Amma açıklama yaptım ha. Doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan anlamına geliyor. Ama benim kullanmak istediğim anlamı; basit, adi, sıradan, bayağı, amiyane, banal. Yozluk parayla değil. Herkes yoz olabilir. Ha ama paralı yozlar en fenaları. Diğerine görmemiş etmemiş dersin geçersin. Bunun hem görmemiş hem de paralı olanı var ki en fenası. "Sonradan görme" diye tabir edilen bu cins bulup bulabileceğiniz en fenası. Zevksiz olacağı için parasını, parası olmayan bir insanın bile yatırmayacağı şeylere yatırır. Paranın verdiği güç(!) ile sağa sola saldırır. Abartı hareketler sergiler. Malıyla övünür. Hayatta başka övüneceği herhangi bir şey olmadığı için tek övünç kaynağı odur çünkü. Geldiği gibi gidebileceğini, baki olmadığını da bilmez doğal olarak. Zenginliğin vermiş olduğu asalet ile görgü ile (para falan övmüyorum da yetişilen çevre açısından gayet elit bir çevre olur genellikle) büyüyen insanların yanında o kadar sırıtır ki beyazlar içindeki tek siyah olarak göze çarpabilir.


    Başka çeşit yozlar da hem alt tabakadan gelip üste yerleşme çabasına giren, hem de üste girerken altta sahip olamadığı şeylere üstte sahip olunca sürekli dilinden düşürmeme durumu var. İki gıdım yabancı dil bilgileriyle sürekli araya yanlış yanlış telaffuzlarla sokuştururlar. Bir şeyi biliyor gibi boş boş konuşup aslında ne kadar bilmediklerini gösterirler.

-Messi süper oynadı akşam ya
*Hehehe evet 20 sayı attı di mi? Ben Amerika'dayken izlemiştim onu. Harika bi' wonderkid. Megnifisant top çeviriyo.
-Messi futbolcu.
*Hıı.

    Yaptıkları bir işle o kadar övünürler ki, anlatırken dünyayı kurtarmak bir yana, güneşteki patlamaları sol eliyle önlerken sağ ayağıyla da ekseni kayan Plüton'u Güneş Sistemi'ne sokmaya çalışmış sanki. Öyle bir övme, öyle bir böbürlenme. Bir de takdir beklerler. Takdir görmeyince, kendi yeterince takdir ediyor kendisini zaten, sizi ezerler. Kırk yılda bir iş başarmışlardır ve bunu her detayıyla anlatırlar. Sizi dinlemezler, sallamazsınız, devam ederler. Her yerde kendini belli eden yoz, aslında statü aratmaksızın yozdur. Anahtar kelimeleri veriyorum: eşek, altın, semer.

    Sözün özü mü? Bu "yoz"lar hiç gitmemişti. Benim aklıma sadece kelime oyunlu başlık geldi. Çok yaşa Ege Çubukçu.

Öperim, görüşürüz.

Güneşi De Mi Sattın Tayyip Yaz Gelmiyor!

     Son günlerde en çok güldüğüm cümlelerden biri bu. Ha hayır beklendiği gibi siyasi bir içerikle karşınıza çıkmayacağım. O günler de olur inşallah da şu an için sadece havalardan dert yanmak istiyorum. Kardeşim! Sayın yetkili merci! Kime ve nasıl sesleneceğimi bilmiyorum ama, bu havalar ne olacak yahu? Bu konuya parmak basmayan bir tek ben kalmıştım hayırlısıyla ona da bulaşmış bulunmaktayım. Neden yaz gelmiyor? Haziran'ın 342'si geldi hala bir yağmur çabaları, aman efenim bir gök gürlemeleri, yok efendim bir bulutlanmalar, efendime söyleyeyim bir hareketlenmeler falan. Ne oluyor yahu? Kime bu afra tafra? Küresel Isınma diyorlar da küresel soğuyor efenim. Hangi ısınma? Isındığı için mi soğuyoruz? Buzullar mı yapıyor bunları? Ozon mu dertli bizimle? Penguenler mi yapıyor bunu? Kutup ayıları mı üflüyor da ısıtıyor? Sıcak denizlere inme politikaları mı var?




     Tamam Sevgili Yiğit Özgür'ün efsaneleşmiş bu karikatüründeki gibi 3400 Fahrenayt da olmasın da gene kararında olsun ya. Yaz dediğin yazın olur. Kışın yaz mı olur? Ayva da çiçek açtı ben bile çiçek açtım yaz gelsin diye. Yok efendim hala gelen giden yok. Böyle yaz olmaz. Ben bu ayı Haziran olarak kabul etmiyorum. Yaz gelene kadar yazmayacağım. Yaz derse yazarım. Aç dersen açarım. Kutumda büyük, kutupta sıcak hissediyorum. Baha'nın dediği gibi "Kutupta yaz gibi özledim seni". Çok özledim n'olur geri dön. Ha dön deriz yapış yapış sucuk gibi terleriz bu sefer de. Dengemiz yok çok şükür. Şöyle orta karar bir şey olsun, serin sıcak bir arada. Tövbe estağfurullah neler ister olduk. Allah'ım sen konuyu biliyorsun amin.

Öperim, görüşürüz.

16 Nisan 2011 Cumartesi

1 Yeni Subliminal Mesaj

    Subliminal mesaj kavramı gerçekten acayip dikkatimi çekiyor. Bilinçaltına gizliden gizliye gönderilen mesajlar. Siz bunu ilk bakışta anlamıyorsunuz lakin beyin anlıyor. Garip. Bakalım bunun tanımı Vikipedi'de nasıl yapılmış? "Subliminal mesaj başka bir objenin içine gömülü olan bir işaret ya da mesajdır ve normal insan algısı limitlerinin altında kalmak, o anda farkedilmemek üzere tasarlanmıştır. Subliminal mesajlar insanın bilinçli dikkatli tarafından fark edilemezler ancak bu mesajların insan bilinçaltını etkiledikleri ileri sürülmektedir. Subliminal teknikler reklamcılık ve propaganda alanlarında sıklıkla kullanılmaktadır.Bilinçaltı mesaj kullanmak yasalara aykırıdır." Tanımda da belirtildiği gibi bu tür mesajları vermek aslında yasak. Ama bazı "çakal" olarak tanımlayabileceğimiz reklamcılar, bunu ürünün tanıtımında iyice gözlemlenebildiği takdirde gayet güzel uyguluyorlar.

    Beyin, üç şeyi asla hafızadan silmez. Ölüm, korku ve cinsellik. Bu üç öğe de subliminal mesaj kavramında kullanılmaktadır. En yaygın kullanılan ise cinsellik. "Sex" kelimesinin gizlendiği binlerce reklam afişi, çizgi film, film ya da broşür mevcut. Reklamcıların en yaygın olarak savundukları ve kullandıkları metod da doğal olarak "Sex sells"'dir. Cinselliğin satış ve görsellik açısından bir numaralı pazarlama tekniği olduğunu bilirler. Parfüm reklamları, dondurma reklamları gibi reklamlarda cinsellik ön plandadır. Gizleme tekniğiyle iliştirilen cinsel içerikli mesajlar ise çok dikkatli bakmadıkça, incelemedikçe  anlaşılması mümkün değil.








     İnternet üzerinde yapılabilecek ufak bir araştırmayla bu mesajların türlü türlü şekilde yapılmış olanlarını görebilmek mümkün. Walt Disney'in İlluminati Tarikati'nin bir üyesi olduğu ve neredeyse tüm çizgi filmlerinde bu tür bilinçaltı mesajlar içeren çağrışımlar yaptırdığı da bir gerçek. Mickey Mouse, Donald Duck, Goofy gibi çizgi film kahramanları bizlere ve ileriki nesillere daha küçüklükten bu tarz bilinçaltı mesajları ile dolu görüntüler aktarmaya devam edecek. Yasak olsa da bunun önüne geçmek mümkün değil.



Şeytanın 666 sayısının da Walt Disney'in logosunun içinde yer aldığı iddia ediliyor.






     Beyin görsel olarak 24 karelik bir görüntüyü algılayabilirken 25. kareye bu tarz mesajların konulduğu söyleniyor. Örneğin sinemaya gittiğinizde her 25. kareye patlamış mısır resmi konulduğu ve bu patlamış mısır yeme durumunun oradan geldiği, aklınızda yokken film arasında patlamış mısır almaya gidildiği belirtiliyor. Belki sadece alışkanlık, belki de yönetiliyoruz. Haydi hepimiz paranoyak olalım. Bizi yönetiyollar!

     Öperim, görüşürüz.

     Belki de bu öpme olayında da araya bir dudak resmi iliştirmişimdir. Verdim subliminal mesajımı da. Araştırın, var oralarda bir yerlerde.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Yazdım, Roman Olacak!

-Bir suç işleyip "Ben bir şey yapmadım" diyen insanlardan nefret ediyorum.
-Sabah kalkınca arkadan fing diye ayağa kalkıp bir daha inmeyen saçtan nefret ediyorum.
-Daha boş bir minibüs beklerken gelen tüm minibüslerin tıklım tıklım olmasından nefret ediyorum.
-Göz göre göre bir yere geç kalmaktan nefret ediyorum.
-Aklı beş karış havada insanlardan nefret ediyorum.
-Odaklanma sorunu olan insanlardan hiç haz etmemekle kalmayıp yeterince de nefret ediyorum.
-"Yemek hazır" dendikten 20 dakika sonra sofranın hazır olmadığını görmekten nefret ediyorum.
-"Çabukk gellll" diye çağırılma sebebinin çok tırt bir şey olmasından nefret ediyorum.
-Ortada hiçbir şey yokken acele ettirilmekten nefret ediyorum.
-Terliyken oturmaktan nefret ediyorum.
-Birisinin 3 saat oturduğu bir koltuğa/sandalyeye oturmaktan nefret ediyorum.
-En önde otururken en arkadaki seslendiğinde geriye bakmaktan nefret ediyorum. Herkes amma da boş bakar o an.
-Topluluk içinde söylediğim bir şeye aşırı tepki verilmesinden nefret ediyorum. Hele ki bu tepki bağırmaksa, o kişi mümkünse kapatsın o vücudu, Bodrum'a yerleşsin.
-Fikrimi söylediğimde "Hayır çok saçma" gibi bir tepkiyle karşılaşabilme ihtimalinden nefret ediyorum.
-İncir çekirdeğini doldurmayacak bir şey yaptım diye tepki verilmesinden nefret ediyorum. Aynı tepkiyi güzel bir şey yapınca görememekten daha da çok nefret ediyorum.
-Su şişesinin kapağında ekmek kırıntısı vesaire gibi şeyler görmekten nefret ediyorum.
-İçtiğim bardağın içine bir şey düşmesinden nefret ediyorum. Hele ki onu içindeki şeyle içenler var, yapmayın!
-İki insanın arasında kalmaktan nefret ediyorum.
-Haşlanmış mısır yerken o mısırın gidip de dişin en olmadık yerine takılmasından nefret ediyorum.
-Asidi kaçmış koladan nefret ediyorum. Kola bir de oda sıcaklığındaysa nefretim 28'e katlanmakta gecikmiyor.
-İnsanları zaman zaman anlayamamaktan nefret ediyorum. Onların da beni anlayamadığını düşünüp rahatlıyorum.
-"-de" ve "-ki"'leri yanlış yazan insanlardan nefret ediyorum. Hele ki "herkez, çoçuk" falan yazanlar gözüme gözükmesin.
-Aklıma bir şey gelip mutlu olduğumda, mutlu olduğum şeyin ne olduğunu unutmaktan nefret ediyorum. O boşluk tarif edilemez. Kara delik dedikleri o olsa gerek.
-Beyin olarak değil de sadece fiziken bir gelişme yaşamış insanlardan nefret ediyorum. İkisi de gelişmeyenler var ki onlar söz konusu bile olamaz.
-Son yudumun yere düşmesinden nefret ediyorum. Başka hiçbir şeyi o kadar özlemezsiniz o an.
-Beğenerek aldığınız bir ürünün bozuk ya da size uygun olmadığını anladığınız an. Nefret ediyorum ondan.
-Duygularımı gösteremediğim zamanlardan nefret ediyorum.
-Aklımdan geçen bir şeyi yapmak için elde olmayan sebeplere mahkum olmaktan nefret ediyorum. Bazen her şey bizim insiyatifimize bırakılmalı.
-Paranın beni şımartıp şımartmayacağını öğrenmek için Sayısal Loto'yu tutturmak istiyorum ve bu gerekçeden dolayı bir Sayısal Loto ya da büyük bir ikramiye kazanmayacağımı bilmekten nefret ediyorum.
-Şu ana kadar nefret ettiğimi söylediğim şeylerin, nefret ettiğim şeylerin 20'de 1'i kadar olmasından nefret ediyorum.
-Düşen birine gülünmesinden nefret ediyorum. Düşen ben isem nefretim 92'ye katlanıyor.
-Kitap okumayı sevmediğim için bu özelliğimden nefret ediyorum.
-Kültürsüz insanlardan nefret ediyorum. Bir öküzün bile bilebileceği şeyleri bilmeyen insanların benle aynı haklara sahip olması beni inanılmaz rahatsız ediyor.
-Terliyken sırtıma dokunulmasından nefret ediyorum.
-Son model bir spor arabanın içinden bir ayının çıkmasından nefret ediyorum.
-Bir teyze günden döndü diye ben yorgun argın halimle yer vermek zorunda hissettirildiğim için mahalle baskısından nefret ediyorum.
-Sabahın köründe bakkala gönderilmekten nefret ediyorum.
-Tam eve girip ev kıyafetlerini giydikten sonra bakkala gönderilmekten nefret ediyorum.
-Sanırım ben bakkallardan nefret ediyorum.
-Zurna çalan insanlardan nefret ediyorum. O yanaklarının anlamsız şişikliği beni deli ediyor.
-150 kiloluk bir insanı şişko diye eleştiren 200 kiloluk insanlardan nefret ediyorum.
-Çok beğendiğim bir parfümü ölsem de tarif edemeyeceğimi bildiğim için parfüm piyasasından sırf bu sebeple nefret ediyorum.
-Çok yakışıklı birinin çok çirkin bir kızla/kadınla, Çok çirkin birinin çok bir adamla beraber olmasından nefret ediyorum. Hayır aşk falan değil o. Göz var izan var.
-Çocuk doğurup doğurup sokağa atan şerefsizlerden nefret ediyorum. Herkes sizin gibi "piç" olarak lanse edilmek zorunda mı? Kısırlaştırılsınlar.
-Hayvanlar tek kelime ile anlaşırken insanların türlü türlü dillerle türlü türlü kelimelerle anlaşamadıklarını görmekten nefret ediyorum. Bu gruba dahil olduğum için nefretim 87'ye katlandı.


Daha bir sürü nefret içerikli maddenin olduğunu bilip hepsini yazmaya da üşendiğim için şu anımdan nefret ettim.

Öptüm, görüşürüz.