Somebody Something, Same Body Same Thing















31 Ocak 2011 Pazartesi

Blog Yazıyorum, Pink Floyd Dinliyorum, Elit Olduğum İçin...

   İnsanlara kendini bir şeymiş gibi gösterebilmek ne kadar kolay. Saçlarını uzat, top sakal bırak; metalcisin. Saçlarını kazıt, top sakal bırak, deri ceket giy; metalcisin, motorun da var. Hakan Taşıyan dinle; arabeskçisin, kırosun, iticisin. Pink Floyd dinle, sigara iç; ağır melankoliksin. Çeşitli kavramları birleştirip üzerinde uygulaman yeterli. Herkesi kandırmak ne de kolay. Olmadığın biri gibi gözükmek. Belki bir ortama girebilmek için kullanılır bu, belki sadece beğendiğin birisi için. İnsanları, onların sevdiği şeyleri seviyormuş gibi kandırmak.




   "Ahahaha ben de çok seviyorum Dio'yu. Çok hoş blues yapıyorlar". Evet fena rezil olabilirsiniz. "Metallica çok yakışıklı". Hayır yapmayın bunu. İnsanlar nasıl görünmek istiyorsa, sizi neye inandırmak istiyorlarsa öyle gözüküyorlar, en azından çabalıyorlar ya, kimisinin çabası yeterli olsa da kimisinde çok alakasız duruyor yahu. Sen Hakkı Bulut tipli birine Megadeth tişörtü giydirip 19 tane Megadeth şarkısı ezberletsen de, veya adam cidden fanıysa ve her albümünü alan, fırsat buldukça destek olan biriyse bile sen bunu o tipiyle örtüştüremezsin. Ya tipini "metalci" tipine uygun hale getirir (uzun saç, tercihi top sakal, çeşitli deri bileklikler, küpe...vs), ya tarzını değiştirir. 90 kişiye sorsanız onun metalci olabileceği kimsenin aklına gelmez çünkü. Bağdaştıramazsınız. İnsanları tipiyle yargılamak her kültürde olan bir şey. Geçerli olan bir akımın gerektirdiği tipe uygun hale gelmeye çalışmanın tarihi de akımın başlangıcıyla paralel.

   Michael Jackson çıkıyor, herkes kısa paçalı siyah pantolon, altına beyaz çoraplar, tek ele takılmış bir eldiven, general omuzlu vatkalı püsküllü ceketler. O akıma ait olmayı gerektirecek en ufak bir işaret bile yetiyor insanlara. "Aa sen Michael Jackson mı dinliyorsun?" Her şey bunun için belki. "Ben de bu akımı takip ediyorum, herkes dinliyor, ben de dinliyorum, ben de sizin gibiyim, ben de sizdenim". Popülizm. Tüm mesele bu. Popülizm karşıtı olacağım diye abuklaşmanın da hiçbir anlamı yok tabi. Kimse sizi blog yazıyorsunuz diye çekici bulmaz, Pink Floyd dinliyorsunuz diye melankolik, Marilyn Manson dinliyorsunuz diye asi olarak yargılanırsınız. Öyle anılmak hoşunuza gittiği için, belki de gerçekten öyle olduğunuz için. Bunu sadece siz bilebilirsiniz.

   Şimdi ben bunları yazdım ya, çok cool oldum, umursamaz tavrım beni inanılmaz cazibeli kıldı, herkes peşimden koşacak. Fötr şapka, atkı, blazer ceket. Cool olabilecek tüm kıyafetler hazır, müzik tarzı tamam, internet alemi tamam. Artık gidebiliriz.

Öperim, görüşürüz.

Öğrenciyiz Biz Çekeriz Cefa...

Yeni okul döneminin başlamasına sayılı günler kala herkesin korkulu rüyası olan e-dönüşüm ile yüzleşme vakti geldi çattı. Kimse bana bu büyük buluşmadan mutlulukla ayrılabileceğimizi falan anlatmasın. Her Yeditepe Üniversitesi öğrencisi en az bir kere bu işkenceyi yaşamıştır.


   Yeditepe Üniversitesi'nin öğrencileri için özel olarak tasarladığı bu işkence aleti, öğrencilerin sınav sonuçlarını ve ders notlarını öğrenmek ve ders seçimlerini yapmak için kullandıkları sistemdir. Her dönem öncesi ders seçimi zamanı geldiğinde sistem açıldığı ilk dakikadan itibaren sorun vermeye başlar,ulaşılamaz hale gelir,sabrınızın sınırlarını zorlayarak sizi çileden çıkarır ve ağzınızı bozmanıza sebep olur. Sistem size kendini nazlı bir kız gibi sunar. Amacınıza ulaşana kadar sisteme tekrar tekrar girmeniz gerekir ve her seferinde biraz daha ileriye gidebilirsiniz. Ancak tam da derslerinizi seçip kurtulduğunuza inandığınız anda kendinizi en başa dönmüş halde bulmanız mümkündür. Ders seçimini halledip bir köşeye çekilenler kıskanılır ve nasıl başardıkları gizemini korurken siz daha kullanıcı sayfanıza bile giriş yapamamışsınızdır.

   Tabi sistemin yanısıra bir de derslerinizi onaylaması gereken danışmanlarınız vardır. Danışmanınızı kendiniz seçememekle beraber şansınıza ne düştüyse kabul etmek durumundasınızdır. Kimisi hiç ilgilenmez farketmeden alamayacağınızdan fazla ders alırsınız,kimisi didik didik eder bir saati çakışan dersi dersin hocaları kabul etsede onaylatamazsınız,kimisi bir türlü onaylamak bilmez ve girmek istediğiniz dersin kotası dolar…liste böyle uzar gider. Şimdiye kadar geçirdiğim dönemlerde türlü türlü olayla karşılaşmama rağmen bu sistemin beni şaşırtmaya devam edeceğine dair olan inancım sonsuz.

   Sanırım bu dönemin tek olumlu tarafı öğrencilerin birlik olmalarını sağlaması. Aynı sistemin kurbanı olan öğrenciler sosyal paylaşım sitelerinde duygularını başkalarıyla paylaşarak biraz olsun rahatlıyor ve destek görüyorlar. Farklı birçok kesimden ve görüşten öğrencinin bulunduğu bu üniversitede böylesi bir birlik oluşturmak için olağanüstü hal gereklidir. Buda ancak e-dönüşümden ders seçimi olabilirdi.

Benim için üniversite ile ilgili ‘özlemeyeceklerim’ listemde bir numarayı kimselere kolayca kaptırmayacak e-dönüşüme buradan sevgilerimi gönderiyorum.

Galatasaray-lı-lık

    


       Ayrıcalık olması bir yana, bu aralar kendini sorgulatan kavram. UEFA Kupası taraftar sayısındaki artışın, patlamanın bir sebebi değildir diyemem. Elbette ki insanlar başarılı olandan yana olabilir.Ama sadece gönülden bağlı olanlar her durumda desteğini sürdürür. Kötüyken de iyiyken de kötüye giderken de iyiye giderken de gönül verdiği takımın arkasında olmak esastır. Bunda sıkıntı yok. Ama, senin "futbolcuya değil formaya aşığız" nidaların gün oluyor seni şampiyonluktan eden bir futbolcuya ettiğin küfürle son buluyor, gün oluyor 90+4'te takımı bir üst tura taşıyan golü atan herhangi bir futbolcunun adını sayıklatıyor. Galatasaray'ın kaderi gün oluyor 18 yaşında bir futbolcunun attığı gole, gün oluyor 35 yaşında bir emektarının atamadığı gole bağlı oluyor. İşte bu aslında kavramların ne kadar kimi zaman hak etmeyen değerlere bağlı olduğunun göstergesi. 20 yaşında biri Galatasaray edebilir mi? Ya da 33 yaşında biri seni Galatasaray'dan nefret ettirebilir mi? Cevap evetse "Galatasaraylılık" anlayışını sorgulaman gerekir. Çünkü herkes bilir ki hiçbir zaman bir kişi bir bütünü her şeyiyle temsil edemez, sorumluluğu yüklenemez ve doğal olarak başarı da o kişiye mal edilemez.


  
     2010-2011 sezonu. Her şey berbat. Ne Avrupa Ligi, ne Spor Toto Süper Ligi. 18. haftadan lige, ikinci maçtan Avrupa'ya havlu atmış bir takım. Eskiyi düşününce tüm Galatasaraylıları çileden çıkaran bir durum. 9.luğa üzülmeyip 7.liğe sevinir gibi bir halimiz var. Gün geliyor kendi sahamızda Gençlerbirliği'nden 4 gol yiyoruz, gün geliyor stoperden depara kalkan Servet Çetin verkaçlara girip 15 saniye içinde gol atabiliyor. Dengesizlik her koşulda kendini belli ediyor. Sezonun ilk yarısı Frank Rijkaard gibi bir dünya markası teknik direktörü Türkiye'de alışıldığı gibi apar topar gönderip takıma alışık birine emanet etme geleneğimize bir yenisini ekleyip futbolculuk kariyerinde Galatasaray forması ile fırtınalar gibi esip alışık olmadığımız kupaları, beklenmeyen başarılar kazanmamızda en önemli isim olan Gheorghe Hagi'yi getiriyoruz takımın başına. Sanki tüm suç Rijkaard'daymış gibi. Sanki sahaya 1-1-8 taktiği ile takımı çıkartıyormuş gibi. Her zamanki gibi suçu yine gözle görülen yerde değil de başka yerlerde arayıp hanemize bir eksi daha ekletiyoruz. Alıştığımız gibi. Ve Hagi'nin takımın başına geçip, takımı inanılmaz motive edip 9.luktan ilk 3'e sokmasını bekliyoruz belki. Ya da hepsi sadece göz boyamak için.




      Türk Telekom Arena gibi her türlü Avrupa/Dünya standardına uymakla kalmayıp herkes tarafından oldukça övülen bir stad yapıldı tarihin en kötü Galatasaray'ına. Ali Sami Yen'e son verin, yeni bir başlangıç yapın denildi. Bu takım sanki çok hak ediyormuş gibi. Ama dedik ya, oyuncular değil Galatasaray'ı Galatasaray yapan. Stad Galatasaray için yapılmıştı. Barış Özbek için ya da Ayhan Akman için değil. Galatasaray için. Sahada oynayacak, ismi temsil edecek olan gene onlardı. Onbinlerce taraftar haklıydı isyanında. Ayhan'ı mı izlemeye gideceklerdi yoksa Ufuk Ceylan'ı mı? Haklılar, çok haklılar. Hagi "artık eskidi, yenisini yaptık gelin burada oynayın" diye gözden çıkarılan stadda canını dişine takıp milyonları sevince boğduğu anları Türk Telekom Arena gibi bir spor kompleksinde sahadaki barbarları izlerken eminim çok kez hatırlamıştır. Çok iç geçirmiştir.  Adam haklı beyler. Adam çok haklı.

Eurovision Nedir? Hala İnanan Var Mıdır?

Ben inanıyorum. O organizasyonun güzelliğini de hiçbir yerde bulamadım, bulacağımı da sanmam. Kimisi çok çakma olduğunu iddia ediyor. "Ööö komşular birbirine oy vericek, bu sene de diplomasi kazanıcak, küçükler büyüklere oy vericek" diye kemiriyorlar sağı solu. Evet ben de biliyorum Almanya'dan 12 puan alacağımızı, Yunanistan'a en az 5-6 puan verip bir halt geri alamayacağımızı, her konuda olduğu gibi. Ama tüm bunlara rağmen garip bir çekiciliği var işte. Bunu inkar edecek değilim. Sonuçta her sene aynı ülke kazanmıyor. Tamam her sene güzel şarkı da kazanmıyor ama bunu sürekli SSCB'den kopan ülkelerin birbirlerine oy vermesi olayıyla açıklamak da artık gerçekten çok bayatladı. Bir Almanya'nın da bir Norveç'in de kazanabildiğini gördük.
 
Bu sene de 'Yüksek Sadakat' katılacakmış. Son 5 senedeki başarılı grafiği aşağı çekeceklermiş gibi dursalar da önyargılı olmanın şu an için bir anlamı yok. Daha şarkıyı bile duymamışken böyle aksiyonlara girişmek gereksiz. Ha bir Hadise'nin katılacağı falan zamanı hatırlıyorum da 2 sene önce bu günlerde Hadise'nin kot ve tişört mü yoksa şık bir elbise mi giyeceğini, topukluyla mı babetle mi sahneye çıkacağını tartışıyorduk. Arada sırada haberler de olmasa 'Yüksek Sadakat''i kimsenin hatırlayacağı falan yok. Bu onların çok umrunda mı bilmem. Ellerinden geleni yapacaklarına gayet eminim ama. Hakkını verirler. Diğerlerini görmeli.



Yahu o değil de Eurovision'un tanıtım yüzü kesinlikle ve kesinlikle Sakis Rouvas olmalı. Ben 14 yaşındaydım adam "şekişekişekişeki kessamon ayyamon" diye sahnede boy gösteriyordu. İnatla katılma ısrarı da devam ediyor. Seviyor, kopamıyor, durduramıyoruz efenim bu sevgisini. Tamam işi kıvırabiliyor güzel dans falan ediyor dansçılar vesaire güzel görsellik her şey olumlu da ne bileyim, insanlar sıkılır yahu. Biz her sene Kenan Doğulu'yla katılmış olsak birileri eminim linç girişiminde bulunurdu.

Bir de tabi ki Malta'nın gururu, Malta'nın her şeyi, Malta'yı Malta yapan kadın: Chiara. 3 kere katılmış, sırasıyla 3., 2, ve 22.likleri var. Yine yeniden Chiara tercihinde bulunabilir Malta. Bu sonuç sürpriz olmamalı kimseye. Ona da tabi. Hep de sağolsun slow şarkılar söyleyerek gençlerimizin slow müzik kültürünü genişletip arşivlerine yeni şarkılar sokuyor tabi(!) ama ona da dur demesi lazım birinin. Her şeyin sınırı var, Eurovision'a katılma hakkı 2'ye indirilsin, yeni yüzler temsil etsin ülkeyi.

Demeye kalmadan aklıma Lena Meyer-Landrut geldi. Almanya'ya "Satellite" şarkısıyla birincilik getirdiği anda Almanlar sınırları zorlayıp ertesi sene bir kez daha onu kullanmaya karar verdiler. Bu taktik işe yarar mı bilemiyoruz ama sevimli, sempatik, tatlı bir insan görmenin çok da bir sakıncası yok.

Sonuç mu? Eurovision güzeldir, candır, tatlıdır, sempatiktir.
Oha bi' dakika. Türkiye'nin oylarını açıklayan Meltem Yazgan. Sakis'e, Chiara'ya falan laf edeceğime ilk lafım ona olmalıydı. Artık sunma lütfen. İngilizce sunmaya da çabalama. Hele hangi ülkeye bağlandıysan onun dilinde bir şeyler anlatmaya çalışma. Seni anlamıyorlar, sana gülmüyorlar, seni görmezden geliyorlar, verdiğin puanları bile sen söylerken değil senin bağlantın bittikten sonra ekranlardan öğreniyor milyonlar. Yapma bunu.
Öperim, görüşürüz.

30 Ocak 2011 Pazar

Minibüs İnsanı


     Hepiniz aynısınız lan! Vallaha bak! Yaşlı biri binince uyuyor taklidi yapan, oradasın biliyorum. Para uzatmamak için en arkaya oturanları da görür gibiyim. "Minibüs salladı" yalanı altında yanındaki kıza/kadına musallat olan, başına geleceklerden sorumlu değiliz. Minibüse adımını atarken "pissmil" diye ses çıkaran yaşlı teyze, yarım yamalak söyleme şunu. Şoförün arkasında ayakta dikilip tüm paraları şoföre ileten, sen iyi bir insansın. Yakın bir yerde inecek olmasına rağmen en arka köşeye oturup inerken zorluk çıkarmaya çalışan, senin derdini yıllardır çözebilmiş değilim. 321 dakika sonra Kadıköy'e yaklaşmışken "Kartal'a ne zaman geleceğiz?" diye sorup kafaları karıştıran, sen hiç dikkatli bir insan değilsin, korkuların da seni ters yöne götürmeye devam edecek, ayık ol.

Minibüs insanı uğruna bir şeyler yazılır da minibüsçü es mi geçilir? Adam tarz, adam cool, adam umursamaz, adam çapkın, adam sinirli, adam ikna olmaz. Para uzatırsın, "Bozuk yok muaa?" diye bağırır, Boş yer olduğuna inanır, "Arkalara ilerleylim, sıkışalım, sarılalım, öpüşelim" diye çılgın atar. Sağ kol geride, gerine gerine yürüyüş tarzının babası onun atalarıdır. Başkası yapamaz, yakışmaz. 5 kuruş eksik yollarsın, "Her 5 kuruş vermeyeni minibüsüme bindirsem ne olurdu benim halim?" diye yakarır. Felsefesi kuvvetlidir. Güzel bir kız biner, önce aynadan keser boylu boyunca. Bir ara gazı verir, iki dur kalk yapar ki kız ilk cilvesini yapsın: "Ayol yavaş olsana biraz insan taşıyosun!!!11". Kızın tav olduğunu düşününce sürekli onun üzerine oynamaya başlar. "Bayan biraz öne ilerler misin, bayan şu parayı uzatabilir misin, bayan burası boş istersen buraya otur". Sözlü tacizde uzmandır sözün özü. Radyodan en güzel aşk parçalarını iletir kimi zaman. "Seviyorum duysana, yalnızca inan bana". Kız gitmek istediği yere gelince "Müsait bir yerde inebilir miyim?" diye sorar. Bu onu efkardan efkara sürükleyen yegane cümledir. Kız indiği anda "off anam off, ayhh anam ayhh" diye iniltiler duyabilrsiniz. 5 kuruş eksiğiniz varsa da o arayı kollayın. O anda gözü ne 5 kuruş görür ne 50 kuruş. Sokuşturun gitsin.




Hangi şehirde olursa olsun, Türkiye'de yaşıyorsanız bunlar yanınızda bir yerde oturuyor olacak o minibüste. Hangi sosyal statüye sahip olursa olsun, oralarda bir yerdedir o, ya 400 metre ileriden binecektir, ya 10 dakika önce inmiştir. Onlardan birini gördüğünde elindeki parayı yavaşça yere bırak ve yavaşça "Müsait bir yerde..." diye fısılda. Sizi duyacak konumdaysa durur, yoksa biraz ileride inip yürüyün artık geriye doğru. Duyduğu yere kadar.

Haydin görüşürüz, şimdilik yeter bu yakarış. Öperim.