Somebody Something, Same Body Same Thing
21 Şubat 2011 Pazartesi
Klişe: Onlar Bizim Birer Çocuğumuz Gibi
Sınavda olanlarla ilgili yazdığım bir yazı zaten mevcuttu. Oradaki karakterlerden az çok bahsettim. Bir de bu karakterlerin ders çalışma esnasında sarf ettikleri cümleleri derlemek istedim. Ağzımızdan çıkan her şey düşündüklerimizi doğrudan olmasa da açıklayabilir kimi zaman.
İlk Vizen Kaç?:
Sorulan kişinin notunun düşük olduğu farz edilerek sorulur. Verilen cevap yüksek bir not alındığına dair ise hocanın çok kolay sorduğuna, düşük bir not ise hocanın kazıkçı olduğuna delalet eder. Not düşük ise ortalamanın da düşük olduğunu belirtebilir, "çok çalışmasam da olur lan" diye düşüncelere gark olur öğrenci insan. Sınava giren çocuğun hiçbir artısı yok yani.
Erken Yatayım, Gece Kalkıp Çalışırım:
Yalannnnn. Yalannnnn. Külliyen yalannnnnn. Bunu başarabilen çok az var şu dünyada. Sen sıcacık yatağını bırakacaksın da gece kalkıp çalışacaksın, sen dahil kimse inanmaz buna. Zaten genellikle de hüsran olur, hatta uyku ağır basmakla kalmaz sınava geç kalmanıza bile sebep olabilir. Abartmayın.
Şu Mutfağa Falan Gideyim Çay Falan Demleyeyim:
Geri dönüş alamazsınız. Yiyecek içecek dolu olur o mutfak nedense. Abur cubur, ne zaman aramazsın vardır, ne zaman deli gibi aşerirsin, yoktur. Bu böyle biline. Çaydı kolaydı meyve suyuydu kokteyldi biraydı şaraptı rakıydı viskiydi şampanyaydı derken içmedik şey kalmaz o mutfakta. Maksat ders çalışamamak için bahane aramak olsun. Yaratacak iş bol.
Yarım Saat Sonra Başlıyorum/Buçuk Olsun Başlarım:
Başlayamazsın. Tam yarım saat geçer, ne hikmetse ya telefon çalar, ya msn'den biri yazar, bir yerlere gitmenize gerekebilir, ders çalışamamanız için türlü türlü bahaneler çıkagelir karşınıza. Şaşırmayın, evren sizinle dalga geçiyor, karşı koyun. Diyete Pazartesi başlayacağını iddia eden bir kadının verdiği sözden farksızdır. Pazartesi gelir ama niyet kaçar. Bu işin şakası yok.
Hoca Geçen Sene Ne Sormuş?:
Rutin sorulardan biri. Adam iki dönem üst üste aynı tarz soru sorduysa yandınız. Klişe zannedersiniz ve sürekli aynı soruyu sorduğunu iddia eden insanlarla tanışır kaynaşırsınız. Ne hikmetse başka soru soracağı tutar. Allah Allah, bak şu işe. Sorulmaz efenim o soru. Çalışmayın boşa. Ha hoca değişik bir şekilde 201 yıldır aynı soruyu soruyorsa da eşeklik etmeyin. Çalışın.
Kesin Buradan Çıkar:
Çıkmaz. Gerçekten çıkmaz. Kafanıza göre tahminde bulunuyorsanız hele hiç çıkmaz. Kitapta altını çizdiğiniz, önemli bulduğunuz yerler var ya, oralara çalışmayın. İnanın daha çok işe yarayacaktır.
Çalış Çalış Nereye Kadar Kafa Bu Kafa:
Kalem, silgi fırlatma eşliğinde hönkürülür bu cümle. Serzeniştir, başkaldırmadır, asiliktir, ayaklanmadır, anlamsızdır ama. Sen 213213 saat çalışsan da, 3020 sayfa okusan da, ya da hiçbir şey yapmasan da o sınavdan sorumlusun. Fark eden tek şey çalışmanın ne kadar uzun sürdüğü değil ne kadar verimli olduğu. Odaya kapanıp 9 saat dışarı çıkmayınca ders çalışılmış sayılmıyor ne de olsa, 15 dakika kendini vererek okuduğun bir konu sana en azından geçer not aldırabilir. Zamanı iyi kullanmak önemli. Boşa harcamak değil.
AA Gelse Var Ya Süper Olur:
"Oturduğu yerden kısmeti önüne gelen tek canlı baykuştur" lafını bilmeyen öğrencidir. Çalışmadan, sadece dileyerek bir şey olmayacağından ya haberi yoktur, ya bilmezlikten gelmektedir. İsteyince değil çalışınca oluyor. Ha çalışınca da olmadığı zaman oluyor tabi, tasvip etmiyoruz, bol bol hakaret yağdırıyoruz o ayrı.
Böyle Sorarsa 100 Alırım:
Ders çalışmaya ne kadar isteksizse, ders çalışanların hevesini kırmaya da o derece düşkün olan kişinin soru çalışanlara söylediği umut kırıcı söz. Herkes abuk abuk bakıverir tabi. Millet kırılırken bu bir afra bir tafra ile "hehehe çok kolay olm yırttım çaktım 100'ü" diye inlediği kolayca görülür. Sevilmez.
Bu Ders Bize Ne Katacak?:
Okuyup da hiçbir şey anlamadığı notlara bakarak sarf eder bu cümleyi öğrenci. Dersin mantığına inmeye çalışır. Anlam veremez ve çaresiz boyun eğer tabi.
En güzeli de ne? Bunları hepimiz yapıyoruz ve yaptığımızı inkar da etmiyoruz. Sınava deli gibi çalıştığını söyleyen, hiç çalışmayandan daha düşük not alabiliyor. Belki kopyayla belki başka şekilde, ama her daim hak ettiğini alamayan, aldırılamayan bir insan, boğa güreşinde gözü dönmüş bir boğadan farksızlaşabilir. Korkun.
Öperim, görüşürüz.
13 Şubat 2011 Pazar
Tatil Değerlendirme Becerisi
Tatil, değerlendirmesi zor bir zanaattir. Her boşluğa tatil diyebilir miyiz? Tabi ki hayır. Ona bakarsak haftasonu da tatil, bayram da tatil, işe/okula gitmediğiniz bir gün de tatil. Ama öyle olmamalı işte. Tatil, kıymetini bilmeniz gereken, bilemediğinizde ise sizi daha çok yoran bir olguya dönüşebilir. Boş boş evde oturabilirsiniz, kültür gezisi yapabilirsiniz, eğlenmeye çıkabilirsiniz, başka bir şehire/ülkeye gidip boş boş otelde oturabilirsiniz, ve yine gezebilir ya da eğlenmeye çıkabilirsiniz. Ne kadar sınırlı değil mi?
Yaz tatili, özellkle öğrencilerin ve öğretmenlerin en sevdiği tatil olsa gerek. 3 ay hiçbir şey yapmayacak olmanın verdiği hafiflik paha biçilemez. Ama, düşünmemiz gereken bu tatili nasıl değerlendireceğimiz. 3 ay boş oturan bir öğrenci insanı, hiçbir deniz kenarı mekana ya da ne bileyim yazlığa falan gitmiyorsa, ne anlar o tatilden? Büyükşehirin cehennem gibi sıcağı altında, hatta evin içinde oturduktan sonra ha 3 ay ha 4 ay ne fark eder ki? Okulda iki aksiyon olur eğlenir en azından. Evde ne yapıyor? Malak gibi oturmaca. O kadar! Ha birkaç arkadaşını organize eder, ne bileyim Bodrum'a, Antalya'ya ya da daha farklı takılmak istiyorsa ülke dışına falan çıkabilir. Karışan yok, görüşen yok, arayıp soran yok, kafasına göre takılabilir. Daha ne ister?
Sömestr tatili, nedense hiçbir zaman ısınamadığım tek tatildir. Çok manasız da gelir. Tatili betimlediğim şey deniz, güneş, kum üçlüsü olunca, kışın Uludağ'a, Kartepe'ye, Kartalkaya'ya, Palandöken'e gitmek ziyadesiyle anlamsız benim için. 9 kat giyinip karın tepesinde soğuktan bir taraflarım uyuşa uyuşa düşüp kalkınca zevk alamıyorum demek ki. Bilemedim. Hep sömestr çabuk geçsin istemişimdir. Tatile gitmeyenler için ise burada Murphy Kanunları devreye giriyor. Kar, tatilin ortasında başlar, sonunda biter. Okul başladığı anda her yer tertemizdir, ne kar ne soğuk. Lanet!
Bayram tatili, nispeten daha anlamlıdır. Bayramın anlamı değil kastettiğim, içerik bakımından, ne bileyim akraba falan ziyaret edilir, gerekirse para toplanır (hala veriyorlarsa tabi), gezilir falan. En nihayetinde gene yapılan çok bir aktivite yoktur aslında. Ha aileniz gezme meraklısıysa, şehirdışı yurtdışı yine geziler tatil planları ayarlamışsa onlarla gidebilir, yeni yerler keşfedebilirsiniz. Sözü dönüp dolaşıp illa şehirdışına getirmem gözlerden kaçmamış olabilir. Neden böyle olduğumu bir ara araştıracağım. Her neyse.
İzin, ya da boş gün tatili, sanırım en sevdiğim tatil. Okul zamanı herhangi bir günüm boşsa, hele ki bu gün haftasonu ile birleşen cinstense (Pazartesi/Cuma) tadından yenmez. Gezebileceğiniz arkadaşınız falan varsa, bu durumu rutine bağlayıp her yeri tavaf edebilirsiniz. Ertesi gün okulun olmadığını bilerek gece yatmak, dünyada tadılması gereken zevklerden biri. Bungee-jumping tadında bir zevk olmasa da yeterince tatmin edici. Ha bir de Cumartesi günü sabahın körüne alarm kurup okul var sandığınızda o günün tatil olduğunu anlayıp geri yatarsınız ya, dünya o zaman daha bir güzel görünüyor insanın gözüne.
Tatil, bir insanı tanıyabileceğiniz en güzel fırsatlardan biri. Bir arkadaşınızla tatile çıkıp nasıl birisi olduğunu tanıyabileceğiniz gibi, bir tatil boyunca neler yaptığını sorarak gözlemleyerek de genel olarak karakter analizi yapabilirsiniz. Üşengeç mi, gezenti mi ya da ne bileyim kültürel sanatsal herhangi bir faaliyete meraklı mı bunu fark edebilirsiniz.
Tatilinizi güzel değerlendirin, tatil için boşluk yaratıp bir de değerlendirememek, sıcak havada buz gibi bir bardak kolayı kuma boca etmek gibidir! Heba etmeyin!
Yaz tatili, özellkle öğrencilerin ve öğretmenlerin en sevdiği tatil olsa gerek. 3 ay hiçbir şey yapmayacak olmanın verdiği hafiflik paha biçilemez. Ama, düşünmemiz gereken bu tatili nasıl değerlendireceğimiz. 3 ay boş oturan bir öğrenci insanı, hiçbir deniz kenarı mekana ya da ne bileyim yazlığa falan gitmiyorsa, ne anlar o tatilden? Büyükşehirin cehennem gibi sıcağı altında, hatta evin içinde oturduktan sonra ha 3 ay ha 4 ay ne fark eder ki? Okulda iki aksiyon olur eğlenir en azından. Evde ne yapıyor? Malak gibi oturmaca. O kadar! Ha birkaç arkadaşını organize eder, ne bileyim Bodrum'a, Antalya'ya ya da daha farklı takılmak istiyorsa ülke dışına falan çıkabilir. Karışan yok, görüşen yok, arayıp soran yok, kafasına göre takılabilir. Daha ne ister?
Sömestr tatili, nedense hiçbir zaman ısınamadığım tek tatildir. Çok manasız da gelir. Tatili betimlediğim şey deniz, güneş, kum üçlüsü olunca, kışın Uludağ'a, Kartepe'ye, Kartalkaya'ya, Palandöken'e gitmek ziyadesiyle anlamsız benim için. 9 kat giyinip karın tepesinde soğuktan bir taraflarım uyuşa uyuşa düşüp kalkınca zevk alamıyorum demek ki. Bilemedim. Hep sömestr çabuk geçsin istemişimdir. Tatile gitmeyenler için ise burada Murphy Kanunları devreye giriyor. Kar, tatilin ortasında başlar, sonunda biter. Okul başladığı anda her yer tertemizdir, ne kar ne soğuk. Lanet!
Bayram tatili, nispeten daha anlamlıdır. Bayramın anlamı değil kastettiğim, içerik bakımından, ne bileyim akraba falan ziyaret edilir, gerekirse para toplanır (hala veriyorlarsa tabi), gezilir falan. En nihayetinde gene yapılan çok bir aktivite yoktur aslında. Ha aileniz gezme meraklısıysa, şehirdışı yurtdışı yine geziler tatil planları ayarlamışsa onlarla gidebilir, yeni yerler keşfedebilirsiniz. Sözü dönüp dolaşıp illa şehirdışına getirmem gözlerden kaçmamış olabilir. Neden böyle olduğumu bir ara araştıracağım. Her neyse.
İzin, ya da boş gün tatili, sanırım en sevdiğim tatil. Okul zamanı herhangi bir günüm boşsa, hele ki bu gün haftasonu ile birleşen cinstense (Pazartesi/Cuma) tadından yenmez. Gezebileceğiniz arkadaşınız falan varsa, bu durumu rutine bağlayıp her yeri tavaf edebilirsiniz. Ertesi gün okulun olmadığını bilerek gece yatmak, dünyada tadılması gereken zevklerden biri. Bungee-jumping tadında bir zevk olmasa da yeterince tatmin edici. Ha bir de Cumartesi günü sabahın körüne alarm kurup okul var sandığınızda o günün tatil olduğunu anlayıp geri yatarsınız ya, dünya o zaman daha bir güzel görünüyor insanın gözüne.
Tatil, bir insanı tanıyabileceğiniz en güzel fırsatlardan biri. Bir arkadaşınızla tatile çıkıp nasıl birisi olduğunu tanıyabileceğiniz gibi, bir tatil boyunca neler yaptığını sorarak gözlemleyerek de genel olarak karakter analizi yapabilirsiniz. Üşengeç mi, gezenti mi ya da ne bileyim kültürel sanatsal herhangi bir faaliyete meraklı mı bunu fark edebilirsiniz.
Tatilinizi güzel değerlendirin, tatil için boşluk yaratıp bir de değerlendirememek, sıcak havada buz gibi bir bardak kolayı kuma boca etmek gibidir! Heba etmeyin!
7 Şubat 2011 Pazartesi
Sınav?
- Kalemi olmayan bir öğrenci mutlaka bulunur.
- Kalemi olup ucu olmayan bir öğrenci de onun yakınlarındadır.
- Silgisi olmayan öğrenci de oralarda bir yerlerde oturuyordur. Birazdan bağırmaya başlar.
- Hoca gelmeden önce sırasını kopyalarla donatıp "Aaa bunları kim yazmış" diye yazıları küfrede ede silmeye çalışan öğrenci kendini gösterecektir.
- Cebine kağıt sıkıştırmış, ve hoca arkasını döndüğü anda cebindeki kağıdı hışırdatmaya başlayacak olan öğrenci; arayın, göreceksiniz.
- İç çekmeye başlayan birilerini görürseniz, gece boyu çalıştığını iddia edip aslında hiçbir şey okumadığını anlayabilirsiniz o kişinin. Kopya isteyebilir, görmemezlikten, duymamazlıktan gelin.
- Ders ile, hele ki konularla ile uzaktan yakından alakası olmayan ve inadına yüksek not almak isteyen sınıfın kabadayısı olmaya çalışan tip? Kopya vermeye tenezzül etmeyin. Gerekirse gömülün sıraya. Çünkü vermeye çalıştığınız kopyayı anlayacak kadar bile bilgiye sahip değildir. Government dersiniz, "gavır ney?" diye sorar, gerekirse kodlamanızı ister. Size yazık olur.
- Sınav kağıdında yazılı olanlar ile çalıştıkları tamamen ters orantıda olanlar; yalnız değilsiniz. Siz ve sizin gibi onlarca öğrenci daha var o sınıfta. "Yanlış sınava mı geldim lan, yoo Ahmet var Tuğba var doğru sınıf, enteresan" diye içinden geçirdiğini biliyorum. Allah kolaylık versin.
- Kağıtların dağıtılmasının üzerinden 10 dakika geçtiği anda sınavı apar topar terk eden insan. Onu bir daha göremezsiniz.
- Sınavın başlangıcından en az yarım saat sonra gelen insan; sınav onun umrunda değildir, sınavın da onu umursamadığını öğrendiği anda deliye döner. Sınava girmek için ısrar eder. Gürültüye aldanmayın, yazmaya devam edin. Bağırır çağırır gider.
- Sınav başladıktan takriben bir saat sonra sümükleri akmaya başlayan insan; bu sen de olabilirsin. Kafa 1 saat eğik durunca beyin yumuşuyor burundan akmaya başlıyor tabi. Sümüğü falan aşıyor o çünkü, o kadar sümük akmaz.
- "İstediğimizi sorudan başlayabilir miyiz?" diye soran insan. O her yerde. Klişelerin insanı. "See you later, allegator" gibi 80'lerden kalma esprileri duymaya maruz kalabilirsiniz. Arkadaşlığınız ilerlemez. Yerinde sayar. Manasızdır.
- Ek süre isteyen vatandaş. Hiçbir sınavda zamanı doğru yettiremez. Her seferinde ek süre ister. Yazar da yazar, yazar da yazar, sonucu da genellikle hüsran olur, anlamlandırmak mümkün değil.
- Telefonu çalan öğrenci, bir kere de şu zımbırtıyı sessize al da gir sınava. Sürekli Nokia melodisi ile ya da keman konçertolu melodilerle falan zıplıyor millet. Dikkat çekmek için başka şeyler yap, çok çalış yüksek not falan al ne bileyim.
- Sınav esnasında, hele ki ortak yapılan geniş kapsamlı sınavlarda koridorda topuklu ayakkabı ile yürüyen öğretim görevlileri; hiçkimse hakkınızda iyi düşünmüyor. Sizin bir çeşit isyan ettirici olduğunuzu, bela okutucu olup dikkat dağıtmak için bunu yaptığınızı düşünüyoruz. Yapmayın.
Eminim daha onlarca çeşidi var. Hepsi aşağı yukarı her sınavda yerlerini alıp görevlerini yerine getirmek üzere start verilmesini bekliyor. Şaşmıyor arkadaş, var bunlar, ve inanıyorum ki örgütlüler. Topuklu giyen! Vallahi giyme lan bak gene aklıma geldi. Kopya da istemeyin lan! Senin başın kurtulsun diye kimse başını derde sokma riskini göze almaz.
Öperim, rastladıkça beni hatırlarsınız.
6 Şubat 2011 Pazar
Teknik Servis ve Türk İnsanı
Teknoloji geliştikçe, kullanım zorluğu da, tamir zorluğu da artıyor. 1970 yılında televizyonlar tek kanalken, doğal olarak televizyonun üzerinde de açıp kapama ve ses düğmesi vardı. Şimdi yeri geliyor bir televizyonun 3 kumandası olabiliyor. Bildiğiniz gibi bir kumanda da 3 tuş yok, en az 40 tuştan ibaret 3 kumanda. 120 tuş, hangisi ne işe yarar bunları öğrenmek, öğrenmeye çabalamak ayrıca kurs olarak alınması gereken başlıca bir olay. DVD kumandası, ses sisteminin kumandası, varsa Digiturk kumandası, ve tabi televizyon kumandası. 3 bile değil 4 düşünün artık. Dert resmen. Bir kumandanın bozulduğunu düşünün. Digiturk teknik servisi gerçekten alanında bir numara. Çanak antenin rüzgardan dolayı yamulduğunu, doğal olarak yayın alamadığınızı ve bu tür aksaklıkların fazlalaşmasından dolayı artık yayın almak istemediğinizi söylemek için telefon açıyorsunuz. "Aman X Bey, 3423434 yıllık üyemizsiniz, üyelik fırsatlarımızdan faydalanamayacaksınız, biz size teknik servis yollayalım, 1 ay da bedava izleyin, olur mu? Son bir şans?" diye bağırıyorlar. Ağlayan ağlayana, yas ilan ediyorlar, birbirlerine aktarıyorlar, kimin ikna kabiliyeti yüksekse ona aktarıyorlar, "Buyurun müdürümüze aktarıyorum, buyurun bölge müdürümüze de aktardım" diye bürokrasiyi işletiyorlar adeta. Arada sırada uyanık teknik servis çıkarsa, zaten size yayın vermekle yükümlü olan, sizin yayınını satın aldığınız kurumun, size yayın vermek için eşek yüküyle para verdiğiniz yayının, onların yayın aktarma eksikliğinin ücretini bile sizin ödemenizi isteyebiliyorlar. 20 lira, 30 lira fark etmez, yayın verme mesuliyeti olan, tüm bu kurulumu gerçekleştirmesi gereken kurum, bu ücreti sizden talep edebiliyor. Kavga sebebi! Tekrar kapattırmak istediğinizi belirtmek için aradığınızda ertesi gün randevu saatini sizin belirleyebileceğiniz bir teknik ekip yolluyorlar, ve ücret talep etmiyorlar. Tehditle çalışıyor resmen. Anlamak güç.
Bilgisayar, Türk insanının tanıştığı en karmaşık cihaz. "Bilgisayarım bozuldu" şeklindeki şikayet telefonlarında şahit olunan garip konuşmalar gerçekten bu cihazdan hiç çakmadığımızı anlatır cinsten. CD-Rom'a kahve kupasını koyup cihazın bozulduğunu belirtenler, fiş takmadan çalıştırmaya çalışanlar, bunun kadar ve bundan daha abuk binlercesi. Teknik servis insanı da, dünyanın en abuk konuşmalarıyla karşılaşması muhtemel yegane insanından biri olduğu için, olabildiğine sabırlı olmalı. Adeta moron ile konuşuyor gibi konuşmalı ve yavaş yavaş anlatmalı. Lakin şöyle bir şey var, işler o kadar çığırından çıkıyor ki, sizin bilgisayar hakkında bir bilginiz varsa bile karşıdaki yardım almak için bağlandığınız eleman bunu algılayamıyor.
-Bilgisayar ve modem açık mı acaba?
*Evet evet hepsi açık benim sorunum modemde internet ışığının yanmaması.
-Son yarım saat içinde modemin adaptörünü çıkarıp taktınız mı?
*Bu 4. arayışım ve sizden önceki 3 kişi adaptörü çıkarıp takmamı söyledi.
-Yani çıkarttınız mı?
Çıkarım yapabilecek durumda değiller, zorlamayın.
-Modeminizin ve bilgisayarınızın başında mısınız?
*Evet
-İkisi de açık mı?
Hayır, öldüler yaslarını tutuyorum. Allah gerçekten onlara sabır versin, nasıl sorularla karşılaşıyorlar da bu tarz abuk soruları sorabilecek kadar basit düşünüyorlar gerçekten bilmiyorum.
Teknik servis işi, telefondan anlatılabilen bir şey değil. Çok ileri insanlar anlayabilir anca. Çünkü yeri geliyor siz, telefondakinden daha ileride olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bir öğrenci, öğretmenden çok şey bildiğini hissettiği anda saygı duymayı bırakır çünkü. Yetkili diye arıyorsam biraz profesyonel konuş be adam. O kadar çok terim kullan ki anlattıklarını anlamayayım, şoka sok. Anlamadığımı, basit bir dille anlatmanı rica ettiğimde seviyeyi düşür, moron değil de düz adam seviyesine düşür en azından. İnsan kendini bir halt biliyor sansın. Teknik servis elemanı! Akıllı, ayık, düzgün ol lütfen. Kibarlık kisvesi altında angut muamelesi yapma, yakışmıyor.
Öperim, görüşürüz.
Bilgisayar, Türk insanının tanıştığı en karmaşık cihaz. "Bilgisayarım bozuldu" şeklindeki şikayet telefonlarında şahit olunan garip konuşmalar gerçekten bu cihazdan hiç çakmadığımızı anlatır cinsten. CD-Rom'a kahve kupasını koyup cihazın bozulduğunu belirtenler, fiş takmadan çalıştırmaya çalışanlar, bunun kadar ve bundan daha abuk binlercesi. Teknik servis insanı da, dünyanın en abuk konuşmalarıyla karşılaşması muhtemel yegane insanından biri olduğu için, olabildiğine sabırlı olmalı. Adeta moron ile konuşuyor gibi konuşmalı ve yavaş yavaş anlatmalı. Lakin şöyle bir şey var, işler o kadar çığırından çıkıyor ki, sizin bilgisayar hakkında bir bilginiz varsa bile karşıdaki yardım almak için bağlandığınız eleman bunu algılayamıyor.
-Bilgisayar ve modem açık mı acaba?
*Evet evet hepsi açık benim sorunum modemde internet ışığının yanmaması.
-Son yarım saat içinde modemin adaptörünü çıkarıp taktınız mı?
*Bu 4. arayışım ve sizden önceki 3 kişi adaptörü çıkarıp takmamı söyledi.
-Yani çıkarttınız mı?
Çıkarım yapabilecek durumda değiller, zorlamayın.
-Modeminizin ve bilgisayarınızın başında mısınız?
*Evet
-İkisi de açık mı?
Hayır, öldüler yaslarını tutuyorum. Allah gerçekten onlara sabır versin, nasıl sorularla karşılaşıyorlar da bu tarz abuk soruları sorabilecek kadar basit düşünüyorlar gerçekten bilmiyorum.
Teknik servis işi, telefondan anlatılabilen bir şey değil. Çok ileri insanlar anlayabilir anca. Çünkü yeri geliyor siz, telefondakinden daha ileride olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bir öğrenci, öğretmenden çok şey bildiğini hissettiği anda saygı duymayı bırakır çünkü. Yetkili diye arıyorsam biraz profesyonel konuş be adam. O kadar çok terim kullan ki anlattıklarını anlamayayım, şoka sok. Anlamadığımı, basit bir dille anlatmanı rica ettiğimde seviyeyi düşür, moron değil de düz adam seviyesine düşür en azından. İnsan kendini bir halt biliyor sansın. Teknik servis elemanı! Akıllı, ayık, düzgün ol lütfen. Kibarlık kisvesi altında angut muamelesi yapma, yakışmıyor.
Öperim, görüşürüz.
3 Şubat 2011 Perşembe
Hiç Komik Değil
Sesini duyunca bile kıpır kıpır olurdu insan. Neşe, mutluluk, pozitiflik. Artı sonsuz bir sürü olumlu sıfat daha. Her şey ondaydı. Herkes bilirdi, belki ismiyle değil, görünce herkesi gülümseten tavırlarıyla, yaşam enerjisiyle. Kimse hiçbir hareketinde "Ayh Defne Joy da çok şakacı, alem kız" demezdi, herkes severdi ama. Dile getirilmeyen bir sevgiydi belki. Hak ettiğini bu yönde bulamamış olabilir, başkaları gibi ilgi alaka bekleyen biri olsa gösterirdi kaprisini, belirtirdi şakacı bir tavırla da olsa. Ama öyle değildi, içtendi, samimiydi, diyorum ya mutluluk saçardı. Diyorum ama duyabilir mi bilmem. Keşke bilebilseydi. Keşke biraz daha kalsaydı. Keşke hiç gitmeseydi.
İlk olarak Kral Tv'de gördük onu. Sempatikliği ile hemen kendini sevdirmişti. Tarzı bambaşkaydı. Alışıldığı gibi değildi. Klasik yılışık VJ profiline karşı olarak haddinden fazla komik ve eğlenceliydi. Tanınmasında en önemli rol oynayan şeylerin başında bu sevecenliği ve hiperaktifliği var kesinlikle. Daha sonra İnci Türkay'ın da başrolünde olduğu "Sihirli Annem"'de "Eda" karakterini canlandırdı. Uzun yıllar boyunca rolünün hakkını fazlasıyla verdi. Sevgi çıtamızı bir tık daha yükseltti. Tv8'de "Bi' İş İçin Lazım"'ı çekmeye başladı. Sanırım onu en yakından tanıyabileceğimiz, samimiyetini, sıcakkanlılığını görebileceğimiz program bu oldu. Kimi zaman soruları bilemeyen yarışmacılara verdiği tüyolarla, karşısına çıkan insanlarla kurduğu diyalogların sıcaklığına hayran bırakmıştı. "Uzman Avı" yarışmasında da yine sunuculardan biri oydu. Yukarıda söylenenleri tekrarlayacağım yine. Tatlıydı, sevimliydi, sempatikti, şekerdi işte. Tırtılığı yoktu, olmadı hiçbir zaman. Çok hiperaktifti, göze batması beklenen bir şey varsa bu sayılabilir. Ama o bunu çok iyi kullanabileceği bir platforma, "Yok Böyle Dans"'a yarışmacı oldu. Artık dans yeteneğini sempatikliğiyle birleştirmişti. Ortaya çıkan sonuç: Herkes ona bayılıyordu artık. Eskiden 5 kişiden 2'si tanıyorsa artık herkes tanıyordu. Hafızalara muhteşem performans sergilediği danslar ve her seferinde son 2'ye kaldığında yaptığı komiklikler ile kazındı. Ta ki 31 Ocak 2011'e kadar. Her şey çok güzeldi, dans, konuşmalar, hiçbir şeyde sorun yoktu. Tek sorun Foster'ın elenmesiydi, yarışmadaki hayatı, tıpkı Survivor'da elenen yarışmacının meşalesinin söndürülmesi gibi 3 gün sonra gerçekten sona ermişti. Henüz bilinen bir şey yok. Neden öldü, nasıl öldü, ihmal kurbanı mı oldu, stres miydi derdi, ya da astım krizi mi? Veya içki ile içilen ilacın etkisi mi? Bilmiyoruz. Ne olursa olsun, ona olan sevgimiz azalmayacak, değişmeyecek, gittikçe de artacak. Her ünlünün arkasından olduğu gibi. Değeri sonradan anlaşılacak.
"Umarım sizlerin beni sevdiği gibi, benim de sizleri sevdiğimi biliyorsunuzdur" cümlesi belki özetledi her şeyi. Elendikten sonra söylediği bu cümle, belki son vedasıydı. "Zirvede bırakmak gerekiyor belki de". Bunu söylerken 3 gün sonrasını görür gibi miydi? İçine mi doğmuştu?
"Her ölüm erken ama bu başka oldu" klişesini yapmak istemiyorum, ama yapmalıyım. Çok erken be, öyle böyle değil, cidden erken. Düşünüyorum. Acaba Allah korusun o yarışmadan başka biri vefat etseydi durum ne olurdu diye. Bunu yapmamın tek nedeni, Defne'nin sevilmesiyle mi yoksa bizim onu en son 3 gün önce kıpır kıpır dans ederken gördük diye mi sadece buna bir açıklık getirebilmek. Kanaatim şu ki, sanırım ikisi de. Her hafta canlı yayında izliyorduk diye belki. Çoğu insan arkadaşını kaybetmişçesine üzüldü, her gün gördüğü birini artık göremeyecekmiş hissine kapılmakla kalmadı, bu gerçekle de yüzleşti. Sabah uyandığım o mesaj: "Oha Defne Joy Foster ölmüş". Okuduğum anda gözümden gelen yaş, hiçbir ünlünün ölümü beni bu kadar sarsmamıştı. Televizyonu açıp gerçekle artık karşılaştığımda ise donup kalmıştım. Sanki bir arkadaşımdı, tanıdığımdı, beraber bolca zaman geçirdiğim biriydi ve ben artık onu göremeyecektim. Ölümün ne kadar kolay, yakın ve acımasız olduğunu düşündüm. Her şey çok boş geldi gözüme. Ne birilerini kırmaya ne de kızdırmaya değerdi hayat. Hiç tanımadan sevdiğin birinin ölümü bile bu kadar ağır gelebiliyorsa, sevdiğin birinin başına bir şey geldiğinde durum çok daha fena olmaz mı? Ben bugün bunu yaşadım. Arkasında birsürü güzel anı bırakan güzel bir insan. Arkasında bıraktığı çocuğu, belki annesini hiç tanıyamayacağı için şanssız, ama bu acıyı aklı erecek bir yaşta yaşamayacağı için şanslı. Ne şans ama.
Defne son şakanı yaptın belki, ama gerçekten hiç komik değil bu sefer.
Rahat uyu.
İlk olarak Kral Tv'de gördük onu. Sempatikliği ile hemen kendini sevdirmişti. Tarzı bambaşkaydı. Alışıldığı gibi değildi. Klasik yılışık VJ profiline karşı olarak haddinden fazla komik ve eğlenceliydi. Tanınmasında en önemli rol oynayan şeylerin başında bu sevecenliği ve hiperaktifliği var kesinlikle. Daha sonra İnci Türkay'ın da başrolünde olduğu "Sihirli Annem"'de "Eda" karakterini canlandırdı. Uzun yıllar boyunca rolünün hakkını fazlasıyla verdi. Sevgi çıtamızı bir tık daha yükseltti. Tv8'de "Bi' İş İçin Lazım"'ı çekmeye başladı. Sanırım onu en yakından tanıyabileceğimiz, samimiyetini, sıcakkanlılığını görebileceğimiz program bu oldu. Kimi zaman soruları bilemeyen yarışmacılara verdiği tüyolarla, karşısına çıkan insanlarla kurduğu diyalogların sıcaklığına hayran bırakmıştı. "Uzman Avı" yarışmasında da yine sunuculardan biri oydu. Yukarıda söylenenleri tekrarlayacağım yine. Tatlıydı, sevimliydi, sempatikti, şekerdi işte. Tırtılığı yoktu, olmadı hiçbir zaman. Çok hiperaktifti, göze batması beklenen bir şey varsa bu sayılabilir. Ama o bunu çok iyi kullanabileceği bir platforma, "Yok Böyle Dans"'a yarışmacı oldu. Artık dans yeteneğini sempatikliğiyle birleştirmişti. Ortaya çıkan sonuç: Herkes ona bayılıyordu artık. Eskiden 5 kişiden 2'si tanıyorsa artık herkes tanıyordu. Hafızalara muhteşem performans sergilediği danslar ve her seferinde son 2'ye kaldığında yaptığı komiklikler ile kazındı. Ta ki 31 Ocak 2011'e kadar. Her şey çok güzeldi, dans, konuşmalar, hiçbir şeyde sorun yoktu. Tek sorun Foster'ın elenmesiydi, yarışmadaki hayatı, tıpkı Survivor'da elenen yarışmacının meşalesinin söndürülmesi gibi 3 gün sonra gerçekten sona ermişti. Henüz bilinen bir şey yok. Neden öldü, nasıl öldü, ihmal kurbanı mı oldu, stres miydi derdi, ya da astım krizi mi? Veya içki ile içilen ilacın etkisi mi? Bilmiyoruz. Ne olursa olsun, ona olan sevgimiz azalmayacak, değişmeyecek, gittikçe de artacak. Her ünlünün arkasından olduğu gibi. Değeri sonradan anlaşılacak.
"Umarım sizlerin beni sevdiği gibi, benim de sizleri sevdiğimi biliyorsunuzdur" cümlesi belki özetledi her şeyi. Elendikten sonra söylediği bu cümle, belki son vedasıydı. "Zirvede bırakmak gerekiyor belki de". Bunu söylerken 3 gün sonrasını görür gibi miydi? İçine mi doğmuştu?
"Her ölüm erken ama bu başka oldu" klişesini yapmak istemiyorum, ama yapmalıyım. Çok erken be, öyle böyle değil, cidden erken. Düşünüyorum. Acaba Allah korusun o yarışmadan başka biri vefat etseydi durum ne olurdu diye. Bunu yapmamın tek nedeni, Defne'nin sevilmesiyle mi yoksa bizim onu en son 3 gün önce kıpır kıpır dans ederken gördük diye mi sadece buna bir açıklık getirebilmek. Kanaatim şu ki, sanırım ikisi de. Her hafta canlı yayında izliyorduk diye belki. Çoğu insan arkadaşını kaybetmişçesine üzüldü, her gün gördüğü birini artık göremeyecekmiş hissine kapılmakla kalmadı, bu gerçekle de yüzleşti. Sabah uyandığım o mesaj: "Oha Defne Joy Foster ölmüş". Okuduğum anda gözümden gelen yaş, hiçbir ünlünün ölümü beni bu kadar sarsmamıştı. Televizyonu açıp gerçekle artık karşılaştığımda ise donup kalmıştım. Sanki bir arkadaşımdı, tanıdığımdı, beraber bolca zaman geçirdiğim biriydi ve ben artık onu göremeyecektim. Ölümün ne kadar kolay, yakın ve acımasız olduğunu düşündüm. Her şey çok boş geldi gözüme. Ne birilerini kırmaya ne de kızdırmaya değerdi hayat. Hiç tanımadan sevdiğin birinin ölümü bile bu kadar ağır gelebiliyorsa, sevdiğin birinin başına bir şey geldiğinde durum çok daha fena olmaz mı? Ben bugün bunu yaşadım. Arkasında birsürü güzel anı bırakan güzel bir insan. Arkasında bıraktığı çocuğu, belki annesini hiç tanıyamayacağı için şanssız, ama bu acıyı aklı erecek bir yaşta yaşamayacağı için şanslı. Ne şans ama.
Defne son şakanı yaptın belki, ama gerçekten hiç komik değil bu sefer.
Rahat uyu.
1 Şubat 2011 Salı
Röportaj Yapılan İnsan Psikolojisi
Ramazan Bayramı klişelerini herkes bilir. Mısır Çarşısı'nda alt alta üst üste koşuştura koşuştura röportaj yapmaya çalışan muhabirler, kamerada gözükmeye çalışan çocuklar, teyzeler, amcalar, apaçiler. Çığlık çığlığa ürününü tanıtmaya çalışan esnaf. Ya da iftarlık fiyatları. Pastırma ne kadar, sucuk ne kadar (Herkes iftarını pastırma ile sucuk ile açar, açmalıdır) bunlar ilk haber olarak verilir. Ali Kırca'nın sesini duyar gibiyim: "Mısır Çarşısı'nda arkadaşımız Özlem Gülübik, vatandaşın cebini yakan sucuk fiyatlarını araştırmak için olayı yerinden inceliyor".
Marketler tıklım tıklım, şarküterilerde izdiham var, insanlar torbaları kapmış koştur koştur geziyorlar, adeta yağmalıyorlar bütün dükkanları. Evet, ta ki bir kamera onlara odaklanana kadar. Eli kolu torba dolu. Sihirli sözcükler dökülüverir: "Abi açız ağlıyoruz eve ekmek götüremiyorum, hayat pahalılığı çok fazla, enflasyon %500, maaşım yetmiyor" ya da "Emekliyim, aylığım üç kuruş neye yetiştireceğimi şaşırıyorum". Tamam teyzecim, abicim, haklı olmadığınızı söyleyecek değilim. Ama, daha demin kasapla tokalaştın hayırlı işler diledin 3 kilo pastırma 5 kilo sucuk var torbanda. Ağlanma sebebin ne ki? Neden 20 kilo alamıyoruz diye mi ağlıyorsun? Tutarlı ol yahu.
Bir de bir fenomen haline gelmiş olan "Mala Bağlayan Teyze" gibi olanlar var. Alabildiğine gergin, saçmalama ivmesi röportajın uzunluğu ile doğru orantılı olarak artıyor. Tamam, hiçbirimiz her daim kameralar karşısında değiliz, ama atlama sen de her kameranın olduğu yere o zaman. Konuşamayacaksan ne işin var hem kendini rezil edersin hem akraba tanıdık eş dost rezil edersin? Mantıksız. Mala bağlayan teyze! "Dedeye yardım edelim zağip çıkalım" demeni unutmayacağım. Bir numarasın.
"Eyyorlamam bu kadar, haydi hayırlı işler" diyen abiyi ele alalım. "Ne çekiyonuz, bana da yer var mı?" nidalarıyla kameraya yaklaşıp, hiçbir fikri olmayan bir konuyla ilgili yorum yapması bekleniyor. O da yiğitliği elden bırakmıyor tabi. "Bilmediğimiz ortaya çıkmasın rezil olmayalım" mantığıyla yanaşıp daha fena rezil olmak. Kilit nokta bu. Hiçbir fikrin olmayan bir konuda neden saçmalamak istersin ki? Bir konuda uzmansan konuş eyvallah. "Biliyorsan konuş ibret alsınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar" demiş eskiler. Cuk diye oturtmuşlar. Haydi uygulayalım.
MGD, öneri için sağolunuz var olunuz.
Öperim, görüşürüz.
Marketler tıklım tıklım, şarküterilerde izdiham var, insanlar torbaları kapmış koştur koştur geziyorlar, adeta yağmalıyorlar bütün dükkanları. Evet, ta ki bir kamera onlara odaklanana kadar. Eli kolu torba dolu. Sihirli sözcükler dökülüverir: "Abi açız ağlıyoruz eve ekmek götüremiyorum, hayat pahalılığı çok fazla, enflasyon %500, maaşım yetmiyor" ya da "Emekliyim, aylığım üç kuruş neye yetiştireceğimi şaşırıyorum". Tamam teyzecim, abicim, haklı olmadığınızı söyleyecek değilim. Ama, daha demin kasapla tokalaştın hayırlı işler diledin 3 kilo pastırma 5 kilo sucuk var torbanda. Ağlanma sebebin ne ki? Neden 20 kilo alamıyoruz diye mi ağlıyorsun? Tutarlı ol yahu.
Bir de bir fenomen haline gelmiş olan "Mala Bağlayan Teyze" gibi olanlar var. Alabildiğine gergin, saçmalama ivmesi röportajın uzunluğu ile doğru orantılı olarak artıyor. Tamam, hiçbirimiz her daim kameralar karşısında değiliz, ama atlama sen de her kameranın olduğu yere o zaman. Konuşamayacaksan ne işin var hem kendini rezil edersin hem akraba tanıdık eş dost rezil edersin? Mantıksız. Mala bağlayan teyze! "Dedeye yardım edelim zağip çıkalım" demeni unutmayacağım. Bir numarasın.
"Eyyorlamam bu kadar, haydi hayırlı işler" diyen abiyi ele alalım. "Ne çekiyonuz, bana da yer var mı?" nidalarıyla kameraya yaklaşıp, hiçbir fikri olmayan bir konuyla ilgili yorum yapması bekleniyor. O da yiğitliği elden bırakmıyor tabi. "Bilmediğimiz ortaya çıkmasın rezil olmayalım" mantığıyla yanaşıp daha fena rezil olmak. Kilit nokta bu. Hiçbir fikrin olmayan bir konuda neden saçmalamak istersin ki? Bir konuda uzmansan konuş eyvallah. "Biliyorsan konuş ibret alsınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar" demiş eskiler. Cuk diye oturtmuşlar. Haydi uygulayalım.
MGD, öneri için sağolunuz var olunuz.
Öperim, görüşürüz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)