You Know I'm No Good ile tanıdım seni. O ilginç saçların, değişik makyajın, dövmelerin, müthiş sesin, harika yorumun, şarkı sözlerinin anlamlılığı, akışı, seni sen yapan her şey. O kadar çektin ki her şeyinle. Ne kullanmışsın, ne içiyormuşsun, kimlerle evlenmiş boşanmışsın o kadar umrumda değildi ki. R&B, Soul, Jazz tarzınla tüm dünyayı da etkiledin. 2003 yılında çıkardığı Frank albümü ile piyasaya girdi Amy Winehouse. 2006 yılında çıkardığı Back To Black albümü ile tüm dünyayı kasıp kavurdu. 10 milyondan fazla albüm sattı.
Back To Black, You Know I'm No Good, Rehab, Love Is A Losing Game, Addicted gibi şarkıları yazmak için normal bir insan olmamak gerekiyor bunda sıkıntı yok. Her sanatçı, her bir şeyler üretmesi gereken bir insan kafası o yönde çalışsın, bir şeyler üretebilsin diye bir şeyler kullanıyor ne yazık ki. Normal düşününce çıkan şeyler değil çünkü. O acılar, o dalgalanan histerik cümleler normal bir kafadan çıkmaz. Bunda hemfikiriz. Ama tabi ki bu legal ve kabul edilebilir bir şey değil. Amy, daha fazla üretebilmek için mi daha çok kullandı bu tip şeyleri? Yoksa kocası mı teşvik etti? Kocasından ayrıldıktan sonra şarkısındaki gibi daha da mı 'addicted' (bağımlı)" oldu?
Beni tek hüzünlendiren, gözlerimi dolduran, hatta ağlatan şarkının sahibi, 27'ler kulübünün en son ve beni en çok üzen üyesi, sesiyle beni büyüleyen şarkıcı. Kendine kıymaya hiç hakkın yoktu be Amy. Göz göre göre kendini eritip bitirmeni izlemek çok acı verdi. Daha neler yapabilirdin kimbilir? Ne şarkılar yapıp hüzünlendirir, ne şarkılar yapıp vurdumduymazlığını gösterir ya da ne şarkılar yapıp kendine hayran bırakırdın kimbilir... 27-28 şarkı yapıp çekip gittin. Daha doyamadan. İstanbul'a kadar gelip konserini bile veremeden. Sen gittin ama aynı senin gibi erkenden çekip gidenler gibi olacaksın sen de. Değerin, ki zaten biliniyordu yeterince, daha da artacak, yaptığın ıncık cıncık her şey milyonlarca dolar edecek, adınla yaşayacaksın.
Dediğin gibi Amy, "We only say goodbye with words,,
Somebody Something, Same Body Same Thing
24 Temmuz 2011 Pazar
19 Haziran 2011 Pazar
Ne Olacak Bu Cimbom'un Hali?
Bir şeyler yapılmaya çalışılıyor şu sıralar. Basket takımı play-off finallerine çıktı 26 yıl sonra. Güzel de performans sergiledi ama basketbolda Türkiye'nin en iyi takımına yenildi. Preston Shumpert, Tutku Açık, Jerry Johnson gibi yıldızlar iyi iş yapsalar da yeterli olmadı. Çok bile direndik. Fenerbahçe Ülker'de Ömer Onan, Šarunas Jasikevicius, Sean May, Marko Tomas, Emir Preldzic gibi yıldızlar kalitelerini ortaya koydu. Ancak çaba takdir edildi. Bir kere yaptık ya arkası gelir onun. Umarım yani. Avrupa zaferlerimize benzeyecekse gerisini beklemeye gerek yok hiç. Her neyse. Aferin Potanın Aslanlarına ve aferin Oktay Mahmuti'ye.
Futbolda da yenilik dönemine girildi. 3. Fatih Terim dönemi takımın çehresini değiştirecek, bu kesin. 2. gelişindeki gibi kadro da yönetim de dandik değil. Daha iyi iş yapar gibi geliyor. Ancak, yeni takım kuralım kan gelsin can gelsin diye elde olanları patır patır gönderip yerine ne iş yapacağı belli olmayan adamlar alınacaksa eldekiler neden gönderiliyor o zaman? Zaten hali hazırda takımı tanıyan adamı gönderip bir de aynı kalitede ve üzerine yabancılık sıkıntısı çekecek bir adamın gelmesi saçma olur.
Örneğin adı geçen Tomas Ujfalusi. Lucas Neill ayarında olduğunu söyleyemem. Daha düşüşte olan bir oyuncu. Hırsları benziyor da diyemem çünkü Ujfalusi'ninki daha çok hırçınlığa dönük. Yetenek olarak bakarsak da Neill daha çok bölgede yer alabilme yeteneğine sahipti. Gönderildi, ve yerine yaşı aynı ancak özellikleri daha düşük birisi geliyor (doğruysa tabi). İlk hata bu olur. Barış Özbek'in gönderilip yerine Selçuk İnan'ın alınması ise başarıdır. Artıdır. Selçuk İnan, Türkiye'de kafasını kaldırmadan araya ince pas atabilen yegane Türk oyuncudur. Barış Özbek ise hırsı sayesinde Galatasaray'da oynayabilmiş, ancak devamlılık sağlayamadığı için genellikle yedek beklemiştir. Ceyhun Gülselam da iş yapar, hem stoper hem ön libero olarak oynayabiliyor. Uzaktan şut çeken adama ihtiyacımız vardı. Selçuk da Ceyhun da bu işte çok başarılı. Bu açıdan çok iyi oldu. Jose Antonio Reyes ve Diego Forlan isimleri ise beni korkutuyor. Tomas Ujfalusi'yi de sayacak olursak, ve bu transferler gerçekleşirse Arda Turan'ı aylardır isteyen Atletico Madrid, Arda'yı alamamakla kalmayıp üzerine üç tane de oyuncusunu bize kaptırmış olacak. Onlar için çok üzücü saçma karışık duygular yaşatıcı şeyler bunlar. Ha ama gelirlerse kesinlikle renk katarlar lige. Takıma da ivme kazandırırlar. Diego Forlan, Manchester United'daki dönemlerinde çok parlak bir oyuncu değilken, Atletico Madrid'de oynamaya başladığından beri hem kendi milli takımı ile hem Madrid temsilcisi ile müthiş maçlar çıkarmış ve kalitesini göstermiştir. 2010 Dünya Kupası'nda Luis Suarez ile birlikte takımı sırtlayan iki isimden biri olmuştur.
Sözün özü mü? Ünal Aysal başkanlığa bir geldi pir geldi. Ceyhun ve Selçuk için daha önceden anlaşılan isimler, henüz onun bir icraatı yok deniyor. O da bu iddiaları bu üç süper yıldız ile noktalayacak gibi gözüküyor. Her şey hayrımıza olur inşallah. Yeterince kötü bir sezonun ardından bizim de yüzümüz gülsün artık.
18 Haziran 2011 Cumartesi
Yoz Geldi Her Gece Kulüpte Yine Yoz Geldi Vur Şişenin Dibine
Malumunuz bir önceki yazımda bahsettiğim gibi yaz gelmemiş olsa da okullar vesaire kapandı tatil sezonu başladı. Tatile gidenler gitti gidemeyenler kaldı sap gibi. Tatile giden de gitmeyen de yazı fırsat bilip gece kulüplerine akmak istiyor, akanı var kokanı var. Eğlenmek de bilinmesi gereken bir icraattir arkadaş. Eğlenmesini de bileceksin. İnsan nasıl parası var diye o kadar zevkli de ilan edilmiyorsa, en güzel gece kulübüne gittiğinde eğlenemeyen insanlar da var. Olabilir. "Bilmiyorsan gitme be!" de denmez. Gidene kapıda kültür sormuyorlar.
-Eğlenmesini biliyor musunuz?
*Hehehe size ne ki parasını verdim giricem.
-Ha olmaz öyle.
*E napmamız lazım?
-Şuraya geçin siz, 20 soruluk test var. Çözün onları. 2 yanlış bir doğruyu götürecek. Süreniz 5 dakika.
*N-nasıl ya? Çalışmadık ama biz.
-Seneye tekrar girersiniz o zaman.
*Hö?
Kelime anlamı ile "yoz"; yozlaşmış kimse demek. Amma açıklama yaptım ha. Doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan anlamına geliyor. Ama benim kullanmak istediğim anlamı; basit, adi, sıradan, bayağı, amiyane, banal. Yozluk parayla değil. Herkes yoz olabilir. Ha ama paralı yozlar en fenaları. Diğerine görmemiş etmemiş dersin geçersin. Bunun hem görmemiş hem de paralı olanı var ki en fenası. "Sonradan görme" diye tabir edilen bu cins bulup bulabileceğiniz en fenası. Zevksiz olacağı için parasını, parası olmayan bir insanın bile yatırmayacağı şeylere yatırır. Paranın verdiği güç(!) ile sağa sola saldırır. Abartı hareketler sergiler. Malıyla övünür. Hayatta başka övüneceği herhangi bir şey olmadığı için tek övünç kaynağı odur çünkü. Geldiği gibi gidebileceğini, baki olmadığını da bilmez doğal olarak. Zenginliğin vermiş olduğu asalet ile görgü ile (para falan övmüyorum da yetişilen çevre açısından gayet elit bir çevre olur genellikle) büyüyen insanların yanında o kadar sırıtır ki beyazlar içindeki tek siyah olarak göze çarpabilir.
Başka çeşit yozlar da hem alt tabakadan gelip üste yerleşme çabasına giren, hem de üste girerken altta sahip olamadığı şeylere üstte sahip olunca sürekli dilinden düşürmeme durumu var. İki gıdım yabancı dil bilgileriyle sürekli araya yanlış yanlış telaffuzlarla sokuştururlar. Bir şeyi biliyor gibi boş boş konuşup aslında ne kadar bilmediklerini gösterirler.
-Messi süper oynadı akşam ya
*Hehehe evet 20 sayı attı di mi? Ben Amerika'dayken izlemiştim onu. Harika bi' wonderkid. Megnifisant top çeviriyo.
-Messi futbolcu.
*Hıı.
Yaptıkları bir işle o kadar övünürler ki, anlatırken dünyayı kurtarmak bir yana, güneşteki patlamaları sol eliyle önlerken sağ ayağıyla da ekseni kayan Plüton'u Güneş Sistemi'ne sokmaya çalışmış sanki. Öyle bir övme, öyle bir böbürlenme. Bir de takdir beklerler. Takdir görmeyince, kendi yeterince takdir ediyor kendisini zaten, sizi ezerler. Kırk yılda bir iş başarmışlardır ve bunu her detayıyla anlatırlar. Sizi dinlemezler, sallamazsınız, devam ederler. Her yerde kendini belli eden yoz, aslında statü aratmaksızın yozdur. Anahtar kelimeleri veriyorum: eşek, altın, semer.
Sözün özü mü? Bu "yoz"lar hiç gitmemişti. Benim aklıma sadece kelime oyunlu başlık geldi. Çok yaşa Ege Çubukçu.
Öperim, görüşürüz.
-Eğlenmesini biliyor musunuz?
*Hehehe size ne ki parasını verdim giricem.
-Ha olmaz öyle.
*E napmamız lazım?
-Şuraya geçin siz, 20 soruluk test var. Çözün onları. 2 yanlış bir doğruyu götürecek. Süreniz 5 dakika.
*N-nasıl ya? Çalışmadık ama biz.
-Seneye tekrar girersiniz o zaman.
*Hö?
Kelime anlamı ile "yoz"; yozlaşmış kimse demek. Amma açıklama yaptım ha. Doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan anlamına geliyor. Ama benim kullanmak istediğim anlamı; basit, adi, sıradan, bayağı, amiyane, banal. Yozluk parayla değil. Herkes yoz olabilir. Ha ama paralı yozlar en fenaları. Diğerine görmemiş etmemiş dersin geçersin. Bunun hem görmemiş hem de paralı olanı var ki en fenası. "Sonradan görme" diye tabir edilen bu cins bulup bulabileceğiniz en fenası. Zevksiz olacağı için parasını, parası olmayan bir insanın bile yatırmayacağı şeylere yatırır. Paranın verdiği güç(!) ile sağa sola saldırır. Abartı hareketler sergiler. Malıyla övünür. Hayatta başka övüneceği herhangi bir şey olmadığı için tek övünç kaynağı odur çünkü. Geldiği gibi gidebileceğini, baki olmadığını da bilmez doğal olarak. Zenginliğin vermiş olduğu asalet ile görgü ile (para falan övmüyorum da yetişilen çevre açısından gayet elit bir çevre olur genellikle) büyüyen insanların yanında o kadar sırıtır ki beyazlar içindeki tek siyah olarak göze çarpabilir.
Başka çeşit yozlar da hem alt tabakadan gelip üste yerleşme çabasına giren, hem de üste girerken altta sahip olamadığı şeylere üstte sahip olunca sürekli dilinden düşürmeme durumu var. İki gıdım yabancı dil bilgileriyle sürekli araya yanlış yanlış telaffuzlarla sokuştururlar. Bir şeyi biliyor gibi boş boş konuşup aslında ne kadar bilmediklerini gösterirler.
-Messi süper oynadı akşam ya
*Hehehe evet 20 sayı attı di mi? Ben Amerika'dayken izlemiştim onu. Harika bi' wonderkid. Megnifisant top çeviriyo.
-Messi futbolcu.
*Hıı.
Yaptıkları bir işle o kadar övünürler ki, anlatırken dünyayı kurtarmak bir yana, güneşteki patlamaları sol eliyle önlerken sağ ayağıyla da ekseni kayan Plüton'u Güneş Sistemi'ne sokmaya çalışmış sanki. Öyle bir övme, öyle bir böbürlenme. Bir de takdir beklerler. Takdir görmeyince, kendi yeterince takdir ediyor kendisini zaten, sizi ezerler. Kırk yılda bir iş başarmışlardır ve bunu her detayıyla anlatırlar. Sizi dinlemezler, sallamazsınız, devam ederler. Her yerde kendini belli eden yoz, aslında statü aratmaksızın yozdur. Anahtar kelimeleri veriyorum: eşek, altın, semer.
Sözün özü mü? Bu "yoz"lar hiç gitmemişti. Benim aklıma sadece kelime oyunlu başlık geldi. Çok yaşa Ege Çubukçu.
Öperim, görüşürüz.
Güneşi De Mi Sattın Tayyip Yaz Gelmiyor!
Son günlerde en çok güldüğüm cümlelerden biri bu. Ha hayır beklendiği gibi siyasi bir içerikle karşınıza çıkmayacağım. O günler de olur inşallah da şu an için sadece havalardan dert yanmak istiyorum. Kardeşim! Sayın yetkili merci! Kime ve nasıl sesleneceğimi bilmiyorum ama, bu havalar ne olacak yahu? Bu konuya parmak basmayan bir tek ben kalmıştım hayırlısıyla ona da bulaşmış bulunmaktayım. Neden yaz gelmiyor? Haziran'ın 342'si geldi hala bir yağmur çabaları, aman efenim bir gök gürlemeleri, yok efendim bir bulutlanmalar, efendime söyleyeyim bir hareketlenmeler falan. Ne oluyor yahu? Kime bu afra tafra? Küresel Isınma diyorlar da küresel soğuyor efenim. Hangi ısınma? Isındığı için mi soğuyoruz? Buzullar mı yapıyor bunları? Ozon mu dertli bizimle? Penguenler mi yapıyor bunu? Kutup ayıları mı üflüyor da ısıtıyor? Sıcak denizlere inme politikaları mı var?
Tamam Sevgili Yiğit Özgür'ün efsaneleşmiş bu karikatüründeki gibi 3400 Fahrenayt da olmasın da gene kararında olsun ya. Yaz dediğin yazın olur. Kışın yaz mı olur? Ayva da çiçek açtı ben bile çiçek açtım yaz gelsin diye. Yok efendim hala gelen giden yok. Böyle yaz olmaz. Ben bu ayı Haziran olarak kabul etmiyorum. Yaz gelene kadar yazmayacağım. Yaz derse yazarım. Aç dersen açarım. Kutumda büyük, kutupta sıcak hissediyorum. Baha'nın dediği gibi "Kutupta yaz gibi özledim seni". Çok özledim n'olur geri dön. Ha dön deriz yapış yapış sucuk gibi terleriz bu sefer de. Dengemiz yok çok şükür. Şöyle orta karar bir şey olsun, serin sıcak bir arada. Tövbe estağfurullah neler ister olduk. Allah'ım sen konuyu biliyorsun amin.
Öperim, görüşürüz.
Tamam Sevgili Yiğit Özgür'ün efsaneleşmiş bu karikatüründeki gibi 3400 Fahrenayt da olmasın da gene kararında olsun ya. Yaz dediğin yazın olur. Kışın yaz mı olur? Ayva da çiçek açtı ben bile çiçek açtım yaz gelsin diye. Yok efendim hala gelen giden yok. Böyle yaz olmaz. Ben bu ayı Haziran olarak kabul etmiyorum. Yaz gelene kadar yazmayacağım. Yaz derse yazarım. Aç dersen açarım. Kutumda büyük, kutupta sıcak hissediyorum. Baha'nın dediği gibi "Kutupta yaz gibi özledim seni". Çok özledim n'olur geri dön. Ha dön deriz yapış yapış sucuk gibi terleriz bu sefer de. Dengemiz yok çok şükür. Şöyle orta karar bir şey olsun, serin sıcak bir arada. Tövbe estağfurullah neler ister olduk. Allah'ım sen konuyu biliyorsun amin.
Öperim, görüşürüz.
16 Nisan 2011 Cumartesi
1 Yeni Subliminal Mesaj
Subliminal mesaj kavramı gerçekten acayip dikkatimi çekiyor. Bilinçaltına gizliden gizliye gönderilen mesajlar. Siz bunu ilk bakışta anlamıyorsunuz lakin beyin anlıyor. Garip. Bakalım bunun tanımı Vikipedi'de nasıl yapılmış? "Subliminal mesaj başka bir objenin içine gömülü olan bir işaret ya da mesajdır ve normal insan algısı limitlerinin altında kalmak, o anda farkedilmemek üzere tasarlanmıştır. Subliminal mesajlar insanın bilinçli dikkatli tarafından fark edilemezler ancak bu mesajların insan bilinçaltını etkiledikleri ileri sürülmektedir. Subliminal teknikler reklamcılık ve propaganda alanlarında sıklıkla kullanılmaktadır.Bilinçaltı mesaj kullanmak yasalara aykırıdır." Tanımda da belirtildiği gibi bu tür mesajları vermek aslında yasak. Ama bazı "çakal" olarak tanımlayabileceğimiz reklamcılar, bunu ürünün tanıtımında iyice gözlemlenebildiği takdirde gayet güzel uyguluyorlar.
Beyin, üç şeyi asla hafızadan silmez. Ölüm, korku ve cinsellik. Bu üç öğe de subliminal mesaj kavramında kullanılmaktadır. En yaygın kullanılan ise cinsellik. "Sex" kelimesinin gizlendiği binlerce reklam afişi, çizgi film, film ya da broşür mevcut. Reklamcıların en yaygın olarak savundukları ve kullandıkları metod da doğal olarak "Sex sells"'dir. Cinselliğin satış ve görsellik açısından bir numaralı pazarlama tekniği olduğunu bilirler. Parfüm reklamları, dondurma reklamları gibi reklamlarda cinsellik ön plandadır. Gizleme tekniğiyle iliştirilen cinsel içerikli mesajlar ise çok dikkatli bakmadıkça, incelemedikçe anlaşılması mümkün değil.
İnternet üzerinde yapılabilecek ufak bir araştırmayla bu mesajların türlü türlü şekilde yapılmış olanlarını görebilmek mümkün. Walt Disney'in İlluminati Tarikati'nin bir üyesi olduğu ve neredeyse tüm çizgi filmlerinde bu tür bilinçaltı mesajlar içeren çağrışımlar yaptırdığı da bir gerçek. Mickey Mouse, Donald Duck, Goofy gibi çizgi film kahramanları bizlere ve ileriki nesillere daha küçüklükten bu tarz bilinçaltı mesajları ile dolu görüntüler aktarmaya devam edecek. Yasak olsa da bunun önüne geçmek mümkün değil.
Şeytanın 666 sayısının da Walt Disney'in logosunun içinde yer aldığı iddia ediliyor.
Beyin görsel olarak 24 karelik bir görüntüyü algılayabilirken 25. kareye bu tarz mesajların konulduğu söyleniyor. Örneğin sinemaya gittiğinizde her 25. kareye patlamış mısır resmi konulduğu ve bu patlamış mısır yeme durumunun oradan geldiği, aklınızda yokken film arasında patlamış mısır almaya gidildiği belirtiliyor. Belki sadece alışkanlık, belki de yönetiliyoruz. Haydi hepimiz paranoyak olalım. Bizi yönetiyollar!
Öperim, görüşürüz.
Belki de bu öpme olayında da araya bir dudak resmi iliştirmişimdir. Verdim subliminal mesajımı da. Araştırın, var oralarda bir yerlerde.
Beyin, üç şeyi asla hafızadan silmez. Ölüm, korku ve cinsellik. Bu üç öğe de subliminal mesaj kavramında kullanılmaktadır. En yaygın kullanılan ise cinsellik. "Sex" kelimesinin gizlendiği binlerce reklam afişi, çizgi film, film ya da broşür mevcut. Reklamcıların en yaygın olarak savundukları ve kullandıkları metod da doğal olarak "Sex sells"'dir. Cinselliğin satış ve görsellik açısından bir numaralı pazarlama tekniği olduğunu bilirler. Parfüm reklamları, dondurma reklamları gibi reklamlarda cinsellik ön plandadır. Gizleme tekniğiyle iliştirilen cinsel içerikli mesajlar ise çok dikkatli bakmadıkça, incelemedikçe anlaşılması mümkün değil.
İnternet üzerinde yapılabilecek ufak bir araştırmayla bu mesajların türlü türlü şekilde yapılmış olanlarını görebilmek mümkün. Walt Disney'in İlluminati Tarikati'nin bir üyesi olduğu ve neredeyse tüm çizgi filmlerinde bu tür bilinçaltı mesajlar içeren çağrışımlar yaptırdığı da bir gerçek. Mickey Mouse, Donald Duck, Goofy gibi çizgi film kahramanları bizlere ve ileriki nesillere daha küçüklükten bu tarz bilinçaltı mesajları ile dolu görüntüler aktarmaya devam edecek. Yasak olsa da bunun önüne geçmek mümkün değil.
Şeytanın 666 sayısının da Walt Disney'in logosunun içinde yer aldığı iddia ediliyor.
Beyin görsel olarak 24 karelik bir görüntüyü algılayabilirken 25. kareye bu tarz mesajların konulduğu söyleniyor. Örneğin sinemaya gittiğinizde her 25. kareye patlamış mısır resmi konulduğu ve bu patlamış mısır yeme durumunun oradan geldiği, aklınızda yokken film arasında patlamış mısır almaya gidildiği belirtiliyor. Belki sadece alışkanlık, belki de yönetiliyoruz. Haydi hepimiz paranoyak olalım. Bizi yönetiyollar!
Öperim, görüşürüz.
Belki de bu öpme olayında da araya bir dudak resmi iliştirmişimdir. Verdim subliminal mesajımı da. Araştırın, var oralarda bir yerlerde.
11 Nisan 2011 Pazartesi
Yazdım, Roman Olacak!
-Bir suç işleyip "Ben bir şey yapmadım" diyen insanlardan nefret ediyorum.
-Sabah kalkınca arkadan fing diye ayağa kalkıp bir daha inmeyen saçtan nefret ediyorum.
-Daha boş bir minibüs beklerken gelen tüm minibüslerin tıklım tıklım olmasından nefret ediyorum.
-Göz göre göre bir yere geç kalmaktan nefret ediyorum.
-Aklı beş karış havada insanlardan nefret ediyorum.
-Odaklanma sorunu olan insanlardan hiç haz etmemekle kalmayıp yeterince de nefret ediyorum.
-"Yemek hazır" dendikten 20 dakika sonra sofranın hazır olmadığını görmekten nefret ediyorum.
-"Çabukk gellll" diye çağırılma sebebinin çok tırt bir şey olmasından nefret ediyorum.
-Ortada hiçbir şey yokken acele ettirilmekten nefret ediyorum.
-Terliyken oturmaktan nefret ediyorum.
-Birisinin 3 saat oturduğu bir koltuğa/sandalyeye oturmaktan nefret ediyorum.
-En önde otururken en arkadaki seslendiğinde geriye bakmaktan nefret ediyorum. Herkes amma da boş bakar o an.
-Topluluk içinde söylediğim bir şeye aşırı tepki verilmesinden nefret ediyorum. Hele ki bu tepki bağırmaksa, o kişi mümkünse kapatsın o vücudu, Bodrum'a yerleşsin.
-Fikrimi söylediğimde "Hayır çok saçma" gibi bir tepkiyle karşılaşabilme ihtimalinden nefret ediyorum.
-İncir çekirdeğini doldurmayacak bir şey yaptım diye tepki verilmesinden nefret ediyorum. Aynı tepkiyi güzel bir şey yapınca görememekten daha da çok nefret ediyorum.
-Su şişesinin kapağında ekmek kırıntısı vesaire gibi şeyler görmekten nefret ediyorum.
-İçtiğim bardağın içine bir şey düşmesinden nefret ediyorum. Hele ki onu içindeki şeyle içenler var, yapmayın!
-İki insanın arasında kalmaktan nefret ediyorum.
-Haşlanmış mısır yerken o mısırın gidip de dişin en olmadık yerine takılmasından nefret ediyorum.
-Asidi kaçmış koladan nefret ediyorum. Kola bir de oda sıcaklığındaysa nefretim 28'e katlanmakta gecikmiyor.
-İnsanları zaman zaman anlayamamaktan nefret ediyorum. Onların da beni anlayamadığını düşünüp rahatlıyorum.
-"-de" ve "-ki"'leri yanlış yazan insanlardan nefret ediyorum. Hele ki "herkez, çoçuk" falan yazanlar gözüme gözükmesin.
-Aklıma bir şey gelip mutlu olduğumda, mutlu olduğum şeyin ne olduğunu unutmaktan nefret ediyorum. O boşluk tarif edilemez. Kara delik dedikleri o olsa gerek.
-Beyin olarak değil de sadece fiziken bir gelişme yaşamış insanlardan nefret ediyorum. İkisi de gelişmeyenler var ki onlar söz konusu bile olamaz.
-Son yudumun yere düşmesinden nefret ediyorum. Başka hiçbir şeyi o kadar özlemezsiniz o an.
-Beğenerek aldığınız bir ürünün bozuk ya da size uygun olmadığını anladığınız an. Nefret ediyorum ondan.
-Duygularımı gösteremediğim zamanlardan nefret ediyorum.
-Aklımdan geçen bir şeyi yapmak için elde olmayan sebeplere mahkum olmaktan nefret ediyorum. Bazen her şey bizim insiyatifimize bırakılmalı.
-Paranın beni şımartıp şımartmayacağını öğrenmek için Sayısal Loto'yu tutturmak istiyorum ve bu gerekçeden dolayı bir Sayısal Loto ya da büyük bir ikramiye kazanmayacağımı bilmekten nefret ediyorum.
-Şu ana kadar nefret ettiğimi söylediğim şeylerin, nefret ettiğim şeylerin 20'de 1'i kadar olmasından nefret ediyorum.
-Düşen birine gülünmesinden nefret ediyorum. Düşen ben isem nefretim 92'ye katlanıyor.
-Kitap okumayı sevmediğim için bu özelliğimden nefret ediyorum.
-Kültürsüz insanlardan nefret ediyorum. Bir öküzün bile bilebileceği şeyleri bilmeyen insanların benle aynı haklara sahip olması beni inanılmaz rahatsız ediyor.
-Terliyken sırtıma dokunulmasından nefret ediyorum.
-Son model bir spor arabanın içinden bir ayının çıkmasından nefret ediyorum.
-Bir teyze günden döndü diye ben yorgun argın halimle yer vermek zorunda hissettirildiğim için mahalle baskısından nefret ediyorum.
-Sabahın köründe bakkala gönderilmekten nefret ediyorum.
-Tam eve girip ev kıyafetlerini giydikten sonra bakkala gönderilmekten nefret ediyorum.
-Sanırım ben bakkallardan nefret ediyorum.
-Zurna çalan insanlardan nefret ediyorum. O yanaklarının anlamsız şişikliği beni deli ediyor.
-150 kiloluk bir insanı şişko diye eleştiren 200 kiloluk insanlardan nefret ediyorum.
-Çok beğendiğim bir parfümü ölsem de tarif edemeyeceğimi bildiğim için parfüm piyasasından sırf bu sebeple nefret ediyorum.
-Çok yakışıklı birinin çok çirkin bir kızla/kadınla, Çok çirkin birinin çok bir adamla beraber olmasından nefret ediyorum. Hayır aşk falan değil o. Göz var izan var.
-Çocuk doğurup doğurup sokağa atan şerefsizlerden nefret ediyorum. Herkes sizin gibi "piç" olarak lanse edilmek zorunda mı? Kısırlaştırılsınlar.
-Hayvanlar tek kelime ile anlaşırken insanların türlü türlü dillerle türlü türlü kelimelerle anlaşamadıklarını görmekten nefret ediyorum. Bu gruba dahil olduğum için nefretim 87'ye katlandı.
Daha bir sürü nefret içerikli maddenin olduğunu bilip hepsini yazmaya da üşendiğim için şu anımdan nefret ettim.
Öptüm, görüşürüz.
-Sabah kalkınca arkadan fing diye ayağa kalkıp bir daha inmeyen saçtan nefret ediyorum.
-Daha boş bir minibüs beklerken gelen tüm minibüslerin tıklım tıklım olmasından nefret ediyorum.
-Göz göre göre bir yere geç kalmaktan nefret ediyorum.
-Aklı beş karış havada insanlardan nefret ediyorum.
-Odaklanma sorunu olan insanlardan hiç haz etmemekle kalmayıp yeterince de nefret ediyorum.
-"Yemek hazır" dendikten 20 dakika sonra sofranın hazır olmadığını görmekten nefret ediyorum.
-"Çabukk gellll" diye çağırılma sebebinin çok tırt bir şey olmasından nefret ediyorum.
-Ortada hiçbir şey yokken acele ettirilmekten nefret ediyorum.
-Terliyken oturmaktan nefret ediyorum.
-Birisinin 3 saat oturduğu bir koltuğa/sandalyeye oturmaktan nefret ediyorum.
-En önde otururken en arkadaki seslendiğinde geriye bakmaktan nefret ediyorum. Herkes amma da boş bakar o an.
-Topluluk içinde söylediğim bir şeye aşırı tepki verilmesinden nefret ediyorum. Hele ki bu tepki bağırmaksa, o kişi mümkünse kapatsın o vücudu, Bodrum'a yerleşsin.
-Fikrimi söylediğimde "Hayır çok saçma" gibi bir tepkiyle karşılaşabilme ihtimalinden nefret ediyorum.
-İncir çekirdeğini doldurmayacak bir şey yaptım diye tepki verilmesinden nefret ediyorum. Aynı tepkiyi güzel bir şey yapınca görememekten daha da çok nefret ediyorum.
-Su şişesinin kapağında ekmek kırıntısı vesaire gibi şeyler görmekten nefret ediyorum.
-İçtiğim bardağın içine bir şey düşmesinden nefret ediyorum. Hele ki onu içindeki şeyle içenler var, yapmayın!
-İki insanın arasında kalmaktan nefret ediyorum.
-Haşlanmış mısır yerken o mısırın gidip de dişin en olmadık yerine takılmasından nefret ediyorum.
-Asidi kaçmış koladan nefret ediyorum. Kola bir de oda sıcaklığındaysa nefretim 28'e katlanmakta gecikmiyor.
-İnsanları zaman zaman anlayamamaktan nefret ediyorum. Onların da beni anlayamadığını düşünüp rahatlıyorum.
-"-de" ve "-ki"'leri yanlış yazan insanlardan nefret ediyorum. Hele ki "herkez, çoçuk" falan yazanlar gözüme gözükmesin.
-Aklıma bir şey gelip mutlu olduğumda, mutlu olduğum şeyin ne olduğunu unutmaktan nefret ediyorum. O boşluk tarif edilemez. Kara delik dedikleri o olsa gerek.
-Beyin olarak değil de sadece fiziken bir gelişme yaşamış insanlardan nefret ediyorum. İkisi de gelişmeyenler var ki onlar söz konusu bile olamaz.
-Son yudumun yere düşmesinden nefret ediyorum. Başka hiçbir şeyi o kadar özlemezsiniz o an.
-Beğenerek aldığınız bir ürünün bozuk ya da size uygun olmadığını anladığınız an. Nefret ediyorum ondan.
-Duygularımı gösteremediğim zamanlardan nefret ediyorum.
-Aklımdan geçen bir şeyi yapmak için elde olmayan sebeplere mahkum olmaktan nefret ediyorum. Bazen her şey bizim insiyatifimize bırakılmalı.
-Paranın beni şımartıp şımartmayacağını öğrenmek için Sayısal Loto'yu tutturmak istiyorum ve bu gerekçeden dolayı bir Sayısal Loto ya da büyük bir ikramiye kazanmayacağımı bilmekten nefret ediyorum.
-Şu ana kadar nefret ettiğimi söylediğim şeylerin, nefret ettiğim şeylerin 20'de 1'i kadar olmasından nefret ediyorum.
-Düşen birine gülünmesinden nefret ediyorum. Düşen ben isem nefretim 92'ye katlanıyor.
-Kitap okumayı sevmediğim için bu özelliğimden nefret ediyorum.
-Kültürsüz insanlardan nefret ediyorum. Bir öküzün bile bilebileceği şeyleri bilmeyen insanların benle aynı haklara sahip olması beni inanılmaz rahatsız ediyor.
-Terliyken sırtıma dokunulmasından nefret ediyorum.
-Son model bir spor arabanın içinden bir ayının çıkmasından nefret ediyorum.
-Bir teyze günden döndü diye ben yorgun argın halimle yer vermek zorunda hissettirildiğim için mahalle baskısından nefret ediyorum.
-Sabahın köründe bakkala gönderilmekten nefret ediyorum.
-Tam eve girip ev kıyafetlerini giydikten sonra bakkala gönderilmekten nefret ediyorum.
-Sanırım ben bakkallardan nefret ediyorum.
-Zurna çalan insanlardan nefret ediyorum. O yanaklarının anlamsız şişikliği beni deli ediyor.
-150 kiloluk bir insanı şişko diye eleştiren 200 kiloluk insanlardan nefret ediyorum.
-Çok beğendiğim bir parfümü ölsem de tarif edemeyeceğimi bildiğim için parfüm piyasasından sırf bu sebeple nefret ediyorum.
-Çok yakışıklı birinin çok çirkin bir kızla/kadınla, Çok çirkin birinin çok bir adamla beraber olmasından nefret ediyorum. Hayır aşk falan değil o. Göz var izan var.
-Çocuk doğurup doğurup sokağa atan şerefsizlerden nefret ediyorum. Herkes sizin gibi "piç" olarak lanse edilmek zorunda mı? Kısırlaştırılsınlar.
-Hayvanlar tek kelime ile anlaşırken insanların türlü türlü dillerle türlü türlü kelimelerle anlaşamadıklarını görmekten nefret ediyorum. Bu gruba dahil olduğum için nefretim 87'ye katlandı.
Daha bir sürü nefret içerikli maddenin olduğunu bilip hepsini yazmaya da üşendiğim için şu anımdan nefret ettim.
Öptüm, görüşürüz.
10 Nisan 2011 Pazar
Bir Şeyler Yazmak İstemek / Konu Bulamamak
Kendimi çok kasmak istemiyorum. "Konu ne olsun? Ne yazayım?" demek istemiyorum. Diyorum yine de. Sabit kalayım diye zorluyorum kendimi de, gerek yok. Ne de olsa buralar benim, istediğim gibi at koşturur eşek yüzdürür kuş uçurturum. Bir şeylere karar verememek çok canımı sıkıyor. Öyle böyle değil ama. Kilitlenip kalıyorum. Ne diyeceğimi, ne seçeceğimi, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemez hale geliyorum. 2 dakikalık da olsa. Çok basit şeylere bile karar veremediğim oluyor. An geliyor karar verip verememe konusunda etkenin ne olduğuna karar veremiyorum. "Karar nedir?" deseler cevap veremem. "Vazgeçiştir" deyip hava da atabilirim, "İlk seçiştir" diye armut gibi atlayabilirim de. Bunu bile o anki ruh halim belirliyor. Ana göre yaşamaya başladım. Uzun süreli planlar yapamayasım var. Bu yapamayışım beni çok yoruyor. Yazın şunu şunu yaparım diyorum, günler geçtikçe, zaman daraldıkça içimden daha da bir şey yapmamak geliyor. Ama yapmam gerektiğini de biliyorum. Zaman yönetimim sıfırın altına indi, donmak üzere.
Doğum günüm yaklaşıyor. İçimde garip bir heyecan da var, bir yandan da bu kadar zaman ne yaptığımı düşünüyorum. 21 sene ne yapmış olabilirim? Beni, beni tanıyanlara sorsalar ne anlatırlar acaba? Benden nefret eden var mıdır? Ya da bildiğimden daha çok seven? Seviyormuş gibi yapan? İlgilenmiyormuş gibi yapıp deliler gibi takip eden? Merak ediyorum. Gerçekten çok merak ediyorum. Bazen seviliyorumdur gibi geliyor. Bazen gerçekten kimsenin umursamadığını düşünüyorum. Bu ergen triplerim hoşuma gitmese de ne hissettiklerimi söyleyebilme özgürlüğüm var. Kimse beni yadırgamasın. Zaman zaman "Beni kimse anlamıyo hüee" diye yatağıma koşup atlayasım geliyor. Bazen de "İnsanlar söylediklerime çok değer veriyor, beni eğlenceli buluyorlar, iyi ki varlar" diye oturup sırıtasım geliyor. Dengesizliklerden oluşan bir denge sistemine sahibim açıkçası. Bazen çok şey biliyormuşum gibi geliyor. Ukalalığa varacak kadar çok şey biliyormuşum gibi. Bazen ise söylenilen, anlatılan hiçbir şeyi anlamıyorum. Aval aval bakıyorum. Anlıyormuş gibi yapıp acı çekiyorum.
Müzik dinlemeyi çok seviyorum. Sesini sonuna kadar açıp eşlik etmek çok hoşuma gidiyor. Ben bir şarkıyı dinlerken kendimi bulabiliyorsam, ritmi, sözleri, vokali çok hoşuma gidiyorsa o benim için güzeldir. Ama tüm dünyanın aynı zevki alarak dinleyebildiği bir şarkıcı ya da şarkı yok. Tamam 'The Beatles' 1 milyar albüm satmış olabilir, ama örneğin ben sevmiyorum. Al işte genelleme oldu çöp. Çalan bir müziğin insanlar üzerinde farklı etki yaratması da hep dikkatimi çekmiştir. Sözler, müzik sabit. Ben sallana sallana eşlik ederken yanımdaki kişi hüngür hüngür ağlayabiliyor. Ya da milyonlarca insan "Justin Biebeeeeerr heeyuuuu" diye bağırırken ben ve benim gibi normal insanlar "Saçmalamayın be!" diyebiliyor. Evet onlar ergen, cayır cayır ergen, bunu unutmuşum, bu örneği yok sayalım. Her neyse. İnsanların aynı görünüp farklı hissetmeleri her zaman dikkatimi çekmiştir.
Air'ın 'Biological' şarkısında anlatılan gibi olsaydı keşke, o kadar basit olsaydı:
Thousands of hairs
Two eyes only
Its you
Some skin
Billions of genes
Again its you
XX XY
That's why it's you and me
Hepimiz farklı olmaya çalışan aynı insanlarız. Hepimiz "herkes" gibi olmak istemiyoruz. Hepimiz kendine özgü şeyler yapmaya çalışan ama pişti olan insanlarız. "Hell Is Other People" demiş Jean-Paul Sartre. Doğru da demiş. "İnsan insanın kurdudur" lafını söyleyen atalarımız da var. Ama ben bir Fransız tarafından söylenmiş İngilizce sözü söyleyince çok farklı oldum. Aslında günlük hayatında İngilizce kelimeler kullanan bir tikiden farkım kalmamış oldu, ama ben hem bir düşünürün sözünü hem de İngilizce olarak söyleyince farkıma fark kattım. 2 adım öndeyim. Bunları söylerken söz de gümbürtüye gitmesin. Gerçekten çok sevdiğim ve inandıığım bir söz. Ha sosyopat gibi "İnsanlar kötü kimseyle konuşma kimseye bakma kimseye güvenme kimseye bir şey anlatma" diye ileri geri sallana sallana kapımı kitleyip oturmuş durumda bir insan değilim. Ama öbür taraftaki cehennemin yansıması buradaki insanlar olabilir. Her insan değil tabi, tanıştığınız ve hayatınızı kötüye, cehenneme çevirebilecek, belki karşılaştığınız, belki tanıştığınız, belki de çok sevdiğinizi düşündüğünüz, güvendiğiniz insanlardır bunu yapacak olan. Hiç belli olmaz. İnsan herhangi bir konuda kendine bile %100 güvenemezken, sınavdan çıktığında 100 alacağını söyleyip 20 alabiliyorsa, kaderinin başka insanlara bağlı olduğunu alenen görüyor demektir. Her insan kendinden mesuldür derler ya. Hiç de kendinden mesul falan değil. Benim yaptığım bir hata tüm ekolojiyi alt üst de edebilir gayet. Minimalist düşünmeye gerek yok. O kadar da değersiz değiliz yani. Tamam evrende nokta kadarmışız da, o noktayı oluşturan pikseller olarak da belirli bir işlevimiz vardır elbet. Bari bunu doğru düzgün yapalım. Üstümüze düşeni yaparsak normal, yapamazsak suç, hata, kaos, felaket.
Kimse sizi yapmanız gereken bir şeyi yaptığınız için takdir etmez. Hiçkimse nefes aldığınız için sırtınızı okşamaz, ya da parmaklarınızı oynatabildiğiniz için bir ödülü hak etmezsiniz. Ne zaman ki bu melekelerinizi kaybedersiniz, ve bu en ufak hareketlerden birini yapabilmeniz bile bir mucizeye bağlıdır, o zaman kıymete biner. Elinizdekilerin ve yanınızdakilerin kıymetini bilin. Hiçbir şey, şimdi sahip olduğunuz şeye bir daha sahip olamayacağınızı, gördüğünüz bir kişiyi bir daha göremeyeceğinizi bilme ihtimaliniz kadar sizi üzemez.
Öptüm, görüşürüz.
Doğum günüm yaklaşıyor. İçimde garip bir heyecan da var, bir yandan da bu kadar zaman ne yaptığımı düşünüyorum. 21 sene ne yapmış olabilirim? Beni, beni tanıyanlara sorsalar ne anlatırlar acaba? Benden nefret eden var mıdır? Ya da bildiğimden daha çok seven? Seviyormuş gibi yapan? İlgilenmiyormuş gibi yapıp deliler gibi takip eden? Merak ediyorum. Gerçekten çok merak ediyorum. Bazen seviliyorumdur gibi geliyor. Bazen gerçekten kimsenin umursamadığını düşünüyorum. Bu ergen triplerim hoşuma gitmese de ne hissettiklerimi söyleyebilme özgürlüğüm var. Kimse beni yadırgamasın. Zaman zaman "Beni kimse anlamıyo hüee" diye yatağıma koşup atlayasım geliyor. Bazen de "İnsanlar söylediklerime çok değer veriyor, beni eğlenceli buluyorlar, iyi ki varlar" diye oturup sırıtasım geliyor. Dengesizliklerden oluşan bir denge sistemine sahibim açıkçası. Bazen çok şey biliyormuşum gibi geliyor. Ukalalığa varacak kadar çok şey biliyormuşum gibi. Bazen ise söylenilen, anlatılan hiçbir şeyi anlamıyorum. Aval aval bakıyorum. Anlıyormuş gibi yapıp acı çekiyorum.
Müzik dinlemeyi çok seviyorum. Sesini sonuna kadar açıp eşlik etmek çok hoşuma gidiyor. Ben bir şarkıyı dinlerken kendimi bulabiliyorsam, ritmi, sözleri, vokali çok hoşuma gidiyorsa o benim için güzeldir. Ama tüm dünyanın aynı zevki alarak dinleyebildiği bir şarkıcı ya da şarkı yok. Tamam 'The Beatles' 1 milyar albüm satmış olabilir, ama örneğin ben sevmiyorum. Al işte genelleme oldu çöp. Çalan bir müziğin insanlar üzerinde farklı etki yaratması da hep dikkatimi çekmiştir. Sözler, müzik sabit. Ben sallana sallana eşlik ederken yanımdaki kişi hüngür hüngür ağlayabiliyor. Ya da milyonlarca insan "Justin Biebeeeeerr heeyuuuu" diye bağırırken ben ve benim gibi normal insanlar "Saçmalamayın be!" diyebiliyor. Evet onlar ergen, cayır cayır ergen, bunu unutmuşum, bu örneği yok sayalım. Her neyse. İnsanların aynı görünüp farklı hissetmeleri her zaman dikkatimi çekmiştir.
Air'ın 'Biological' şarkısında anlatılan gibi olsaydı keşke, o kadar basit olsaydı:
Thousands of hairs
Two eyes only
Its you
Some skin
Billions of genes
Again its you
XX XY
That's why it's you and me
Hepimiz farklı olmaya çalışan aynı insanlarız. Hepimiz "herkes" gibi olmak istemiyoruz. Hepimiz kendine özgü şeyler yapmaya çalışan ama pişti olan insanlarız. "Hell Is Other People" demiş Jean-Paul Sartre. Doğru da demiş. "İnsan insanın kurdudur" lafını söyleyen atalarımız da var. Ama ben bir Fransız tarafından söylenmiş İngilizce sözü söyleyince çok farklı oldum. Aslında günlük hayatında İngilizce kelimeler kullanan bir tikiden farkım kalmamış oldu, ama ben hem bir düşünürün sözünü hem de İngilizce olarak söyleyince farkıma fark kattım. 2 adım öndeyim. Bunları söylerken söz de gümbürtüye gitmesin. Gerçekten çok sevdiğim ve inandıığım bir söz. Ha sosyopat gibi "İnsanlar kötü kimseyle konuşma kimseye bakma kimseye güvenme kimseye bir şey anlatma" diye ileri geri sallana sallana kapımı kitleyip oturmuş durumda bir insan değilim. Ama öbür taraftaki cehennemin yansıması buradaki insanlar olabilir. Her insan değil tabi, tanıştığınız ve hayatınızı kötüye, cehenneme çevirebilecek, belki karşılaştığınız, belki tanıştığınız, belki de çok sevdiğinizi düşündüğünüz, güvendiğiniz insanlardır bunu yapacak olan. Hiç belli olmaz. İnsan herhangi bir konuda kendine bile %100 güvenemezken, sınavdan çıktığında 100 alacağını söyleyip 20 alabiliyorsa, kaderinin başka insanlara bağlı olduğunu alenen görüyor demektir. Her insan kendinden mesuldür derler ya. Hiç de kendinden mesul falan değil. Benim yaptığım bir hata tüm ekolojiyi alt üst de edebilir gayet. Minimalist düşünmeye gerek yok. O kadar da değersiz değiliz yani. Tamam evrende nokta kadarmışız da, o noktayı oluşturan pikseller olarak da belirli bir işlevimiz vardır elbet. Bari bunu doğru düzgün yapalım. Üstümüze düşeni yaparsak normal, yapamazsak suç, hata, kaos, felaket.
Kimse sizi yapmanız gereken bir şeyi yaptığınız için takdir etmez. Hiçkimse nefes aldığınız için sırtınızı okşamaz, ya da parmaklarınızı oynatabildiğiniz için bir ödülü hak etmezsiniz. Ne zaman ki bu melekelerinizi kaybedersiniz, ve bu en ufak hareketlerden birini yapabilmeniz bile bir mucizeye bağlıdır, o zaman kıymete biner. Elinizdekilerin ve yanınızdakilerin kıymetini bilin. Hiçbir şey, şimdi sahip olduğunuz şeye bir daha sahip olamayacağınızı, gördüğünüz bir kişiyi bir daha göremeyeceğinizi bilme ihtimaliniz kadar sizi üzemez.
Öptüm, görüşürüz.
21 Şubat 2011 Pazartesi
Klişe: Onlar Bizim Birer Çocuğumuz Gibi
Sınavda olanlarla ilgili yazdığım bir yazı zaten mevcuttu. Oradaki karakterlerden az çok bahsettim. Bir de bu karakterlerin ders çalışma esnasında sarf ettikleri cümleleri derlemek istedim. Ağzımızdan çıkan her şey düşündüklerimizi doğrudan olmasa da açıklayabilir kimi zaman.
İlk Vizen Kaç?:
Sorulan kişinin notunun düşük olduğu farz edilerek sorulur. Verilen cevap yüksek bir not alındığına dair ise hocanın çok kolay sorduğuna, düşük bir not ise hocanın kazıkçı olduğuna delalet eder. Not düşük ise ortalamanın da düşük olduğunu belirtebilir, "çok çalışmasam da olur lan" diye düşüncelere gark olur öğrenci insan. Sınava giren çocuğun hiçbir artısı yok yani.
Erken Yatayım, Gece Kalkıp Çalışırım:
Yalannnnn. Yalannnnn. Külliyen yalannnnnn. Bunu başarabilen çok az var şu dünyada. Sen sıcacık yatağını bırakacaksın da gece kalkıp çalışacaksın, sen dahil kimse inanmaz buna. Zaten genellikle de hüsran olur, hatta uyku ağır basmakla kalmaz sınava geç kalmanıza bile sebep olabilir. Abartmayın.
Şu Mutfağa Falan Gideyim Çay Falan Demleyeyim:
Geri dönüş alamazsınız. Yiyecek içecek dolu olur o mutfak nedense. Abur cubur, ne zaman aramazsın vardır, ne zaman deli gibi aşerirsin, yoktur. Bu böyle biline. Çaydı kolaydı meyve suyuydu kokteyldi biraydı şaraptı rakıydı viskiydi şampanyaydı derken içmedik şey kalmaz o mutfakta. Maksat ders çalışamamak için bahane aramak olsun. Yaratacak iş bol.
Yarım Saat Sonra Başlıyorum/Buçuk Olsun Başlarım:
Başlayamazsın. Tam yarım saat geçer, ne hikmetse ya telefon çalar, ya msn'den biri yazar, bir yerlere gitmenize gerekebilir, ders çalışamamanız için türlü türlü bahaneler çıkagelir karşınıza. Şaşırmayın, evren sizinle dalga geçiyor, karşı koyun. Diyete Pazartesi başlayacağını iddia eden bir kadının verdiği sözden farksızdır. Pazartesi gelir ama niyet kaçar. Bu işin şakası yok.
Hoca Geçen Sene Ne Sormuş?:
Rutin sorulardan biri. Adam iki dönem üst üste aynı tarz soru sorduysa yandınız. Klişe zannedersiniz ve sürekli aynı soruyu sorduğunu iddia eden insanlarla tanışır kaynaşırsınız. Ne hikmetse başka soru soracağı tutar. Allah Allah, bak şu işe. Sorulmaz efenim o soru. Çalışmayın boşa. Ha hoca değişik bir şekilde 201 yıldır aynı soruyu soruyorsa da eşeklik etmeyin. Çalışın.
Kesin Buradan Çıkar:
Çıkmaz. Gerçekten çıkmaz. Kafanıza göre tahminde bulunuyorsanız hele hiç çıkmaz. Kitapta altını çizdiğiniz, önemli bulduğunuz yerler var ya, oralara çalışmayın. İnanın daha çok işe yarayacaktır.
Çalış Çalış Nereye Kadar Kafa Bu Kafa:
Kalem, silgi fırlatma eşliğinde hönkürülür bu cümle. Serzeniştir, başkaldırmadır, asiliktir, ayaklanmadır, anlamsızdır ama. Sen 213213 saat çalışsan da, 3020 sayfa okusan da, ya da hiçbir şey yapmasan da o sınavdan sorumlusun. Fark eden tek şey çalışmanın ne kadar uzun sürdüğü değil ne kadar verimli olduğu. Odaya kapanıp 9 saat dışarı çıkmayınca ders çalışılmış sayılmıyor ne de olsa, 15 dakika kendini vererek okuduğun bir konu sana en azından geçer not aldırabilir. Zamanı iyi kullanmak önemli. Boşa harcamak değil.
AA Gelse Var Ya Süper Olur:
"Oturduğu yerden kısmeti önüne gelen tek canlı baykuştur" lafını bilmeyen öğrencidir. Çalışmadan, sadece dileyerek bir şey olmayacağından ya haberi yoktur, ya bilmezlikten gelmektedir. İsteyince değil çalışınca oluyor. Ha çalışınca da olmadığı zaman oluyor tabi, tasvip etmiyoruz, bol bol hakaret yağdırıyoruz o ayrı.
Böyle Sorarsa 100 Alırım:
Ders çalışmaya ne kadar isteksizse, ders çalışanların hevesini kırmaya da o derece düşkün olan kişinin soru çalışanlara söylediği umut kırıcı söz. Herkes abuk abuk bakıverir tabi. Millet kırılırken bu bir afra bir tafra ile "hehehe çok kolay olm yırttım çaktım 100'ü" diye inlediği kolayca görülür. Sevilmez.
Bu Ders Bize Ne Katacak?:
Okuyup da hiçbir şey anlamadığı notlara bakarak sarf eder bu cümleyi öğrenci. Dersin mantığına inmeye çalışır. Anlam veremez ve çaresiz boyun eğer tabi.
En güzeli de ne? Bunları hepimiz yapıyoruz ve yaptığımızı inkar da etmiyoruz. Sınava deli gibi çalıştığını söyleyen, hiç çalışmayandan daha düşük not alabiliyor. Belki kopyayla belki başka şekilde, ama her daim hak ettiğini alamayan, aldırılamayan bir insan, boğa güreşinde gözü dönmüş bir boğadan farksızlaşabilir. Korkun.
Öperim, görüşürüz.
13 Şubat 2011 Pazar
Tatil Değerlendirme Becerisi
Tatil, değerlendirmesi zor bir zanaattir. Her boşluğa tatil diyebilir miyiz? Tabi ki hayır. Ona bakarsak haftasonu da tatil, bayram da tatil, işe/okula gitmediğiniz bir gün de tatil. Ama öyle olmamalı işte. Tatil, kıymetini bilmeniz gereken, bilemediğinizde ise sizi daha çok yoran bir olguya dönüşebilir. Boş boş evde oturabilirsiniz, kültür gezisi yapabilirsiniz, eğlenmeye çıkabilirsiniz, başka bir şehire/ülkeye gidip boş boş otelde oturabilirsiniz, ve yine gezebilir ya da eğlenmeye çıkabilirsiniz. Ne kadar sınırlı değil mi?
Yaz tatili, özellkle öğrencilerin ve öğretmenlerin en sevdiği tatil olsa gerek. 3 ay hiçbir şey yapmayacak olmanın verdiği hafiflik paha biçilemez. Ama, düşünmemiz gereken bu tatili nasıl değerlendireceğimiz. 3 ay boş oturan bir öğrenci insanı, hiçbir deniz kenarı mekana ya da ne bileyim yazlığa falan gitmiyorsa, ne anlar o tatilden? Büyükşehirin cehennem gibi sıcağı altında, hatta evin içinde oturduktan sonra ha 3 ay ha 4 ay ne fark eder ki? Okulda iki aksiyon olur eğlenir en azından. Evde ne yapıyor? Malak gibi oturmaca. O kadar! Ha birkaç arkadaşını organize eder, ne bileyim Bodrum'a, Antalya'ya ya da daha farklı takılmak istiyorsa ülke dışına falan çıkabilir. Karışan yok, görüşen yok, arayıp soran yok, kafasına göre takılabilir. Daha ne ister?
Sömestr tatili, nedense hiçbir zaman ısınamadığım tek tatildir. Çok manasız da gelir. Tatili betimlediğim şey deniz, güneş, kum üçlüsü olunca, kışın Uludağ'a, Kartepe'ye, Kartalkaya'ya, Palandöken'e gitmek ziyadesiyle anlamsız benim için. 9 kat giyinip karın tepesinde soğuktan bir taraflarım uyuşa uyuşa düşüp kalkınca zevk alamıyorum demek ki. Bilemedim. Hep sömestr çabuk geçsin istemişimdir. Tatile gitmeyenler için ise burada Murphy Kanunları devreye giriyor. Kar, tatilin ortasında başlar, sonunda biter. Okul başladığı anda her yer tertemizdir, ne kar ne soğuk. Lanet!
Bayram tatili, nispeten daha anlamlıdır. Bayramın anlamı değil kastettiğim, içerik bakımından, ne bileyim akraba falan ziyaret edilir, gerekirse para toplanır (hala veriyorlarsa tabi), gezilir falan. En nihayetinde gene yapılan çok bir aktivite yoktur aslında. Ha aileniz gezme meraklısıysa, şehirdışı yurtdışı yine geziler tatil planları ayarlamışsa onlarla gidebilir, yeni yerler keşfedebilirsiniz. Sözü dönüp dolaşıp illa şehirdışına getirmem gözlerden kaçmamış olabilir. Neden böyle olduğumu bir ara araştıracağım. Her neyse.
İzin, ya da boş gün tatili, sanırım en sevdiğim tatil. Okul zamanı herhangi bir günüm boşsa, hele ki bu gün haftasonu ile birleşen cinstense (Pazartesi/Cuma) tadından yenmez. Gezebileceğiniz arkadaşınız falan varsa, bu durumu rutine bağlayıp her yeri tavaf edebilirsiniz. Ertesi gün okulun olmadığını bilerek gece yatmak, dünyada tadılması gereken zevklerden biri. Bungee-jumping tadında bir zevk olmasa da yeterince tatmin edici. Ha bir de Cumartesi günü sabahın körüne alarm kurup okul var sandığınızda o günün tatil olduğunu anlayıp geri yatarsınız ya, dünya o zaman daha bir güzel görünüyor insanın gözüne.
Tatil, bir insanı tanıyabileceğiniz en güzel fırsatlardan biri. Bir arkadaşınızla tatile çıkıp nasıl birisi olduğunu tanıyabileceğiniz gibi, bir tatil boyunca neler yaptığını sorarak gözlemleyerek de genel olarak karakter analizi yapabilirsiniz. Üşengeç mi, gezenti mi ya da ne bileyim kültürel sanatsal herhangi bir faaliyete meraklı mı bunu fark edebilirsiniz.
Tatilinizi güzel değerlendirin, tatil için boşluk yaratıp bir de değerlendirememek, sıcak havada buz gibi bir bardak kolayı kuma boca etmek gibidir! Heba etmeyin!
Yaz tatili, özellkle öğrencilerin ve öğretmenlerin en sevdiği tatil olsa gerek. 3 ay hiçbir şey yapmayacak olmanın verdiği hafiflik paha biçilemez. Ama, düşünmemiz gereken bu tatili nasıl değerlendireceğimiz. 3 ay boş oturan bir öğrenci insanı, hiçbir deniz kenarı mekana ya da ne bileyim yazlığa falan gitmiyorsa, ne anlar o tatilden? Büyükşehirin cehennem gibi sıcağı altında, hatta evin içinde oturduktan sonra ha 3 ay ha 4 ay ne fark eder ki? Okulda iki aksiyon olur eğlenir en azından. Evde ne yapıyor? Malak gibi oturmaca. O kadar! Ha birkaç arkadaşını organize eder, ne bileyim Bodrum'a, Antalya'ya ya da daha farklı takılmak istiyorsa ülke dışına falan çıkabilir. Karışan yok, görüşen yok, arayıp soran yok, kafasına göre takılabilir. Daha ne ister?
Sömestr tatili, nedense hiçbir zaman ısınamadığım tek tatildir. Çok manasız da gelir. Tatili betimlediğim şey deniz, güneş, kum üçlüsü olunca, kışın Uludağ'a, Kartepe'ye, Kartalkaya'ya, Palandöken'e gitmek ziyadesiyle anlamsız benim için. 9 kat giyinip karın tepesinde soğuktan bir taraflarım uyuşa uyuşa düşüp kalkınca zevk alamıyorum demek ki. Bilemedim. Hep sömestr çabuk geçsin istemişimdir. Tatile gitmeyenler için ise burada Murphy Kanunları devreye giriyor. Kar, tatilin ortasında başlar, sonunda biter. Okul başladığı anda her yer tertemizdir, ne kar ne soğuk. Lanet!
Bayram tatili, nispeten daha anlamlıdır. Bayramın anlamı değil kastettiğim, içerik bakımından, ne bileyim akraba falan ziyaret edilir, gerekirse para toplanır (hala veriyorlarsa tabi), gezilir falan. En nihayetinde gene yapılan çok bir aktivite yoktur aslında. Ha aileniz gezme meraklısıysa, şehirdışı yurtdışı yine geziler tatil planları ayarlamışsa onlarla gidebilir, yeni yerler keşfedebilirsiniz. Sözü dönüp dolaşıp illa şehirdışına getirmem gözlerden kaçmamış olabilir. Neden böyle olduğumu bir ara araştıracağım. Her neyse.
İzin, ya da boş gün tatili, sanırım en sevdiğim tatil. Okul zamanı herhangi bir günüm boşsa, hele ki bu gün haftasonu ile birleşen cinstense (Pazartesi/Cuma) tadından yenmez. Gezebileceğiniz arkadaşınız falan varsa, bu durumu rutine bağlayıp her yeri tavaf edebilirsiniz. Ertesi gün okulun olmadığını bilerek gece yatmak, dünyada tadılması gereken zevklerden biri. Bungee-jumping tadında bir zevk olmasa da yeterince tatmin edici. Ha bir de Cumartesi günü sabahın körüne alarm kurup okul var sandığınızda o günün tatil olduğunu anlayıp geri yatarsınız ya, dünya o zaman daha bir güzel görünüyor insanın gözüne.
Tatil, bir insanı tanıyabileceğiniz en güzel fırsatlardan biri. Bir arkadaşınızla tatile çıkıp nasıl birisi olduğunu tanıyabileceğiniz gibi, bir tatil boyunca neler yaptığını sorarak gözlemleyerek de genel olarak karakter analizi yapabilirsiniz. Üşengeç mi, gezenti mi ya da ne bileyim kültürel sanatsal herhangi bir faaliyete meraklı mı bunu fark edebilirsiniz.
Tatilinizi güzel değerlendirin, tatil için boşluk yaratıp bir de değerlendirememek, sıcak havada buz gibi bir bardak kolayı kuma boca etmek gibidir! Heba etmeyin!
7 Şubat 2011 Pazartesi
Sınav?
- Kalemi olmayan bir öğrenci mutlaka bulunur.
- Kalemi olup ucu olmayan bir öğrenci de onun yakınlarındadır.
- Silgisi olmayan öğrenci de oralarda bir yerlerde oturuyordur. Birazdan bağırmaya başlar.
- Hoca gelmeden önce sırasını kopyalarla donatıp "Aaa bunları kim yazmış" diye yazıları küfrede ede silmeye çalışan öğrenci kendini gösterecektir.
- Cebine kağıt sıkıştırmış, ve hoca arkasını döndüğü anda cebindeki kağıdı hışırdatmaya başlayacak olan öğrenci; arayın, göreceksiniz.
- İç çekmeye başlayan birilerini görürseniz, gece boyu çalıştığını iddia edip aslında hiçbir şey okumadığını anlayabilirsiniz o kişinin. Kopya isteyebilir, görmemezlikten, duymamazlıktan gelin.
- Ders ile, hele ki konularla ile uzaktan yakından alakası olmayan ve inadına yüksek not almak isteyen sınıfın kabadayısı olmaya çalışan tip? Kopya vermeye tenezzül etmeyin. Gerekirse gömülün sıraya. Çünkü vermeye çalıştığınız kopyayı anlayacak kadar bile bilgiye sahip değildir. Government dersiniz, "gavır ney?" diye sorar, gerekirse kodlamanızı ister. Size yazık olur.
- Sınav kağıdında yazılı olanlar ile çalıştıkları tamamen ters orantıda olanlar; yalnız değilsiniz. Siz ve sizin gibi onlarca öğrenci daha var o sınıfta. "Yanlış sınava mı geldim lan, yoo Ahmet var Tuğba var doğru sınıf, enteresan" diye içinden geçirdiğini biliyorum. Allah kolaylık versin.
- Kağıtların dağıtılmasının üzerinden 10 dakika geçtiği anda sınavı apar topar terk eden insan. Onu bir daha göremezsiniz.
- Sınavın başlangıcından en az yarım saat sonra gelen insan; sınav onun umrunda değildir, sınavın da onu umursamadığını öğrendiği anda deliye döner. Sınava girmek için ısrar eder. Gürültüye aldanmayın, yazmaya devam edin. Bağırır çağırır gider.
- Sınav başladıktan takriben bir saat sonra sümükleri akmaya başlayan insan; bu sen de olabilirsin. Kafa 1 saat eğik durunca beyin yumuşuyor burundan akmaya başlıyor tabi. Sümüğü falan aşıyor o çünkü, o kadar sümük akmaz.
- "İstediğimizi sorudan başlayabilir miyiz?" diye soran insan. O her yerde. Klişelerin insanı. "See you later, allegator" gibi 80'lerden kalma esprileri duymaya maruz kalabilirsiniz. Arkadaşlığınız ilerlemez. Yerinde sayar. Manasızdır.
- Ek süre isteyen vatandaş. Hiçbir sınavda zamanı doğru yettiremez. Her seferinde ek süre ister. Yazar da yazar, yazar da yazar, sonucu da genellikle hüsran olur, anlamlandırmak mümkün değil.
- Telefonu çalan öğrenci, bir kere de şu zımbırtıyı sessize al da gir sınava. Sürekli Nokia melodisi ile ya da keman konçertolu melodilerle falan zıplıyor millet. Dikkat çekmek için başka şeyler yap, çok çalış yüksek not falan al ne bileyim.
- Sınav esnasında, hele ki ortak yapılan geniş kapsamlı sınavlarda koridorda topuklu ayakkabı ile yürüyen öğretim görevlileri; hiçkimse hakkınızda iyi düşünmüyor. Sizin bir çeşit isyan ettirici olduğunuzu, bela okutucu olup dikkat dağıtmak için bunu yaptığınızı düşünüyoruz. Yapmayın.
Eminim daha onlarca çeşidi var. Hepsi aşağı yukarı her sınavda yerlerini alıp görevlerini yerine getirmek üzere start verilmesini bekliyor. Şaşmıyor arkadaş, var bunlar, ve inanıyorum ki örgütlüler. Topuklu giyen! Vallahi giyme lan bak gene aklıma geldi. Kopya da istemeyin lan! Senin başın kurtulsun diye kimse başını derde sokma riskini göze almaz.
Öperim, rastladıkça beni hatırlarsınız.
6 Şubat 2011 Pazar
Teknik Servis ve Türk İnsanı
Teknoloji geliştikçe, kullanım zorluğu da, tamir zorluğu da artıyor. 1970 yılında televizyonlar tek kanalken, doğal olarak televizyonun üzerinde de açıp kapama ve ses düğmesi vardı. Şimdi yeri geliyor bir televizyonun 3 kumandası olabiliyor. Bildiğiniz gibi bir kumanda da 3 tuş yok, en az 40 tuştan ibaret 3 kumanda. 120 tuş, hangisi ne işe yarar bunları öğrenmek, öğrenmeye çabalamak ayrıca kurs olarak alınması gereken başlıca bir olay. DVD kumandası, ses sisteminin kumandası, varsa Digiturk kumandası, ve tabi televizyon kumandası. 3 bile değil 4 düşünün artık. Dert resmen. Bir kumandanın bozulduğunu düşünün. Digiturk teknik servisi gerçekten alanında bir numara. Çanak antenin rüzgardan dolayı yamulduğunu, doğal olarak yayın alamadığınızı ve bu tür aksaklıkların fazlalaşmasından dolayı artık yayın almak istemediğinizi söylemek için telefon açıyorsunuz. "Aman X Bey, 3423434 yıllık üyemizsiniz, üyelik fırsatlarımızdan faydalanamayacaksınız, biz size teknik servis yollayalım, 1 ay da bedava izleyin, olur mu? Son bir şans?" diye bağırıyorlar. Ağlayan ağlayana, yas ilan ediyorlar, birbirlerine aktarıyorlar, kimin ikna kabiliyeti yüksekse ona aktarıyorlar, "Buyurun müdürümüze aktarıyorum, buyurun bölge müdürümüze de aktardım" diye bürokrasiyi işletiyorlar adeta. Arada sırada uyanık teknik servis çıkarsa, zaten size yayın vermekle yükümlü olan, sizin yayınını satın aldığınız kurumun, size yayın vermek için eşek yüküyle para verdiğiniz yayının, onların yayın aktarma eksikliğinin ücretini bile sizin ödemenizi isteyebiliyorlar. 20 lira, 30 lira fark etmez, yayın verme mesuliyeti olan, tüm bu kurulumu gerçekleştirmesi gereken kurum, bu ücreti sizden talep edebiliyor. Kavga sebebi! Tekrar kapattırmak istediğinizi belirtmek için aradığınızda ertesi gün randevu saatini sizin belirleyebileceğiniz bir teknik ekip yolluyorlar, ve ücret talep etmiyorlar. Tehditle çalışıyor resmen. Anlamak güç.
Bilgisayar, Türk insanının tanıştığı en karmaşık cihaz. "Bilgisayarım bozuldu" şeklindeki şikayet telefonlarında şahit olunan garip konuşmalar gerçekten bu cihazdan hiç çakmadığımızı anlatır cinsten. CD-Rom'a kahve kupasını koyup cihazın bozulduğunu belirtenler, fiş takmadan çalıştırmaya çalışanlar, bunun kadar ve bundan daha abuk binlercesi. Teknik servis insanı da, dünyanın en abuk konuşmalarıyla karşılaşması muhtemel yegane insanından biri olduğu için, olabildiğine sabırlı olmalı. Adeta moron ile konuşuyor gibi konuşmalı ve yavaş yavaş anlatmalı. Lakin şöyle bir şey var, işler o kadar çığırından çıkıyor ki, sizin bilgisayar hakkında bir bilginiz varsa bile karşıdaki yardım almak için bağlandığınız eleman bunu algılayamıyor.
-Bilgisayar ve modem açık mı acaba?
*Evet evet hepsi açık benim sorunum modemde internet ışığının yanmaması.
-Son yarım saat içinde modemin adaptörünü çıkarıp taktınız mı?
*Bu 4. arayışım ve sizden önceki 3 kişi adaptörü çıkarıp takmamı söyledi.
-Yani çıkarttınız mı?
Çıkarım yapabilecek durumda değiller, zorlamayın.
-Modeminizin ve bilgisayarınızın başında mısınız?
*Evet
-İkisi de açık mı?
Hayır, öldüler yaslarını tutuyorum. Allah gerçekten onlara sabır versin, nasıl sorularla karşılaşıyorlar da bu tarz abuk soruları sorabilecek kadar basit düşünüyorlar gerçekten bilmiyorum.
Teknik servis işi, telefondan anlatılabilen bir şey değil. Çok ileri insanlar anlayabilir anca. Çünkü yeri geliyor siz, telefondakinden daha ileride olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bir öğrenci, öğretmenden çok şey bildiğini hissettiği anda saygı duymayı bırakır çünkü. Yetkili diye arıyorsam biraz profesyonel konuş be adam. O kadar çok terim kullan ki anlattıklarını anlamayayım, şoka sok. Anlamadığımı, basit bir dille anlatmanı rica ettiğimde seviyeyi düşür, moron değil de düz adam seviyesine düşür en azından. İnsan kendini bir halt biliyor sansın. Teknik servis elemanı! Akıllı, ayık, düzgün ol lütfen. Kibarlık kisvesi altında angut muamelesi yapma, yakışmıyor.
Öperim, görüşürüz.
Bilgisayar, Türk insanının tanıştığı en karmaşık cihaz. "Bilgisayarım bozuldu" şeklindeki şikayet telefonlarında şahit olunan garip konuşmalar gerçekten bu cihazdan hiç çakmadığımızı anlatır cinsten. CD-Rom'a kahve kupasını koyup cihazın bozulduğunu belirtenler, fiş takmadan çalıştırmaya çalışanlar, bunun kadar ve bundan daha abuk binlercesi. Teknik servis insanı da, dünyanın en abuk konuşmalarıyla karşılaşması muhtemel yegane insanından biri olduğu için, olabildiğine sabırlı olmalı. Adeta moron ile konuşuyor gibi konuşmalı ve yavaş yavaş anlatmalı. Lakin şöyle bir şey var, işler o kadar çığırından çıkıyor ki, sizin bilgisayar hakkında bir bilginiz varsa bile karşıdaki yardım almak için bağlandığınız eleman bunu algılayamıyor.
-Bilgisayar ve modem açık mı acaba?
*Evet evet hepsi açık benim sorunum modemde internet ışığının yanmaması.
-Son yarım saat içinde modemin adaptörünü çıkarıp taktınız mı?
*Bu 4. arayışım ve sizden önceki 3 kişi adaptörü çıkarıp takmamı söyledi.
-Yani çıkarttınız mı?
Çıkarım yapabilecek durumda değiller, zorlamayın.
-Modeminizin ve bilgisayarınızın başında mısınız?
*Evet
-İkisi de açık mı?
Hayır, öldüler yaslarını tutuyorum. Allah gerçekten onlara sabır versin, nasıl sorularla karşılaşıyorlar da bu tarz abuk soruları sorabilecek kadar basit düşünüyorlar gerçekten bilmiyorum.
Teknik servis işi, telefondan anlatılabilen bir şey değil. Çok ileri insanlar anlayabilir anca. Çünkü yeri geliyor siz, telefondakinden daha ileride olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bir öğrenci, öğretmenden çok şey bildiğini hissettiği anda saygı duymayı bırakır çünkü. Yetkili diye arıyorsam biraz profesyonel konuş be adam. O kadar çok terim kullan ki anlattıklarını anlamayayım, şoka sok. Anlamadığımı, basit bir dille anlatmanı rica ettiğimde seviyeyi düşür, moron değil de düz adam seviyesine düşür en azından. İnsan kendini bir halt biliyor sansın. Teknik servis elemanı! Akıllı, ayık, düzgün ol lütfen. Kibarlık kisvesi altında angut muamelesi yapma, yakışmıyor.
Öperim, görüşürüz.
3 Şubat 2011 Perşembe
Hiç Komik Değil
Sesini duyunca bile kıpır kıpır olurdu insan. Neşe, mutluluk, pozitiflik. Artı sonsuz bir sürü olumlu sıfat daha. Her şey ondaydı. Herkes bilirdi, belki ismiyle değil, görünce herkesi gülümseten tavırlarıyla, yaşam enerjisiyle. Kimse hiçbir hareketinde "Ayh Defne Joy da çok şakacı, alem kız" demezdi, herkes severdi ama. Dile getirilmeyen bir sevgiydi belki. Hak ettiğini bu yönde bulamamış olabilir, başkaları gibi ilgi alaka bekleyen biri olsa gösterirdi kaprisini, belirtirdi şakacı bir tavırla da olsa. Ama öyle değildi, içtendi, samimiydi, diyorum ya mutluluk saçardı. Diyorum ama duyabilir mi bilmem. Keşke bilebilseydi. Keşke biraz daha kalsaydı. Keşke hiç gitmeseydi.
İlk olarak Kral Tv'de gördük onu. Sempatikliği ile hemen kendini sevdirmişti. Tarzı bambaşkaydı. Alışıldığı gibi değildi. Klasik yılışık VJ profiline karşı olarak haddinden fazla komik ve eğlenceliydi. Tanınmasında en önemli rol oynayan şeylerin başında bu sevecenliği ve hiperaktifliği var kesinlikle. Daha sonra İnci Türkay'ın da başrolünde olduğu "Sihirli Annem"'de "Eda" karakterini canlandırdı. Uzun yıllar boyunca rolünün hakkını fazlasıyla verdi. Sevgi çıtamızı bir tık daha yükseltti. Tv8'de "Bi' İş İçin Lazım"'ı çekmeye başladı. Sanırım onu en yakından tanıyabileceğimiz, samimiyetini, sıcakkanlılığını görebileceğimiz program bu oldu. Kimi zaman soruları bilemeyen yarışmacılara verdiği tüyolarla, karşısına çıkan insanlarla kurduğu diyalogların sıcaklığına hayran bırakmıştı. "Uzman Avı" yarışmasında da yine sunuculardan biri oydu. Yukarıda söylenenleri tekrarlayacağım yine. Tatlıydı, sevimliydi, sempatikti, şekerdi işte. Tırtılığı yoktu, olmadı hiçbir zaman. Çok hiperaktifti, göze batması beklenen bir şey varsa bu sayılabilir. Ama o bunu çok iyi kullanabileceği bir platforma, "Yok Böyle Dans"'a yarışmacı oldu. Artık dans yeteneğini sempatikliğiyle birleştirmişti. Ortaya çıkan sonuç: Herkes ona bayılıyordu artık. Eskiden 5 kişiden 2'si tanıyorsa artık herkes tanıyordu. Hafızalara muhteşem performans sergilediği danslar ve her seferinde son 2'ye kaldığında yaptığı komiklikler ile kazındı. Ta ki 31 Ocak 2011'e kadar. Her şey çok güzeldi, dans, konuşmalar, hiçbir şeyde sorun yoktu. Tek sorun Foster'ın elenmesiydi, yarışmadaki hayatı, tıpkı Survivor'da elenen yarışmacının meşalesinin söndürülmesi gibi 3 gün sonra gerçekten sona ermişti. Henüz bilinen bir şey yok. Neden öldü, nasıl öldü, ihmal kurbanı mı oldu, stres miydi derdi, ya da astım krizi mi? Veya içki ile içilen ilacın etkisi mi? Bilmiyoruz. Ne olursa olsun, ona olan sevgimiz azalmayacak, değişmeyecek, gittikçe de artacak. Her ünlünün arkasından olduğu gibi. Değeri sonradan anlaşılacak.
"Umarım sizlerin beni sevdiği gibi, benim de sizleri sevdiğimi biliyorsunuzdur" cümlesi belki özetledi her şeyi. Elendikten sonra söylediği bu cümle, belki son vedasıydı. "Zirvede bırakmak gerekiyor belki de". Bunu söylerken 3 gün sonrasını görür gibi miydi? İçine mi doğmuştu?
"Her ölüm erken ama bu başka oldu" klişesini yapmak istemiyorum, ama yapmalıyım. Çok erken be, öyle böyle değil, cidden erken. Düşünüyorum. Acaba Allah korusun o yarışmadan başka biri vefat etseydi durum ne olurdu diye. Bunu yapmamın tek nedeni, Defne'nin sevilmesiyle mi yoksa bizim onu en son 3 gün önce kıpır kıpır dans ederken gördük diye mi sadece buna bir açıklık getirebilmek. Kanaatim şu ki, sanırım ikisi de. Her hafta canlı yayında izliyorduk diye belki. Çoğu insan arkadaşını kaybetmişçesine üzüldü, her gün gördüğü birini artık göremeyecekmiş hissine kapılmakla kalmadı, bu gerçekle de yüzleşti. Sabah uyandığım o mesaj: "Oha Defne Joy Foster ölmüş". Okuduğum anda gözümden gelen yaş, hiçbir ünlünün ölümü beni bu kadar sarsmamıştı. Televizyonu açıp gerçekle artık karşılaştığımda ise donup kalmıştım. Sanki bir arkadaşımdı, tanıdığımdı, beraber bolca zaman geçirdiğim biriydi ve ben artık onu göremeyecektim. Ölümün ne kadar kolay, yakın ve acımasız olduğunu düşündüm. Her şey çok boş geldi gözüme. Ne birilerini kırmaya ne de kızdırmaya değerdi hayat. Hiç tanımadan sevdiğin birinin ölümü bile bu kadar ağır gelebiliyorsa, sevdiğin birinin başına bir şey geldiğinde durum çok daha fena olmaz mı? Ben bugün bunu yaşadım. Arkasında birsürü güzel anı bırakan güzel bir insan. Arkasında bıraktığı çocuğu, belki annesini hiç tanıyamayacağı için şanssız, ama bu acıyı aklı erecek bir yaşta yaşamayacağı için şanslı. Ne şans ama.
Defne son şakanı yaptın belki, ama gerçekten hiç komik değil bu sefer.
Rahat uyu.
İlk olarak Kral Tv'de gördük onu. Sempatikliği ile hemen kendini sevdirmişti. Tarzı bambaşkaydı. Alışıldığı gibi değildi. Klasik yılışık VJ profiline karşı olarak haddinden fazla komik ve eğlenceliydi. Tanınmasında en önemli rol oynayan şeylerin başında bu sevecenliği ve hiperaktifliği var kesinlikle. Daha sonra İnci Türkay'ın da başrolünde olduğu "Sihirli Annem"'de "Eda" karakterini canlandırdı. Uzun yıllar boyunca rolünün hakkını fazlasıyla verdi. Sevgi çıtamızı bir tık daha yükseltti. Tv8'de "Bi' İş İçin Lazım"'ı çekmeye başladı. Sanırım onu en yakından tanıyabileceğimiz, samimiyetini, sıcakkanlılığını görebileceğimiz program bu oldu. Kimi zaman soruları bilemeyen yarışmacılara verdiği tüyolarla, karşısına çıkan insanlarla kurduğu diyalogların sıcaklığına hayran bırakmıştı. "Uzman Avı" yarışmasında da yine sunuculardan biri oydu. Yukarıda söylenenleri tekrarlayacağım yine. Tatlıydı, sevimliydi, sempatikti, şekerdi işte. Tırtılığı yoktu, olmadı hiçbir zaman. Çok hiperaktifti, göze batması beklenen bir şey varsa bu sayılabilir. Ama o bunu çok iyi kullanabileceği bir platforma, "Yok Böyle Dans"'a yarışmacı oldu. Artık dans yeteneğini sempatikliğiyle birleştirmişti. Ortaya çıkan sonuç: Herkes ona bayılıyordu artık. Eskiden 5 kişiden 2'si tanıyorsa artık herkes tanıyordu. Hafızalara muhteşem performans sergilediği danslar ve her seferinde son 2'ye kaldığında yaptığı komiklikler ile kazındı. Ta ki 31 Ocak 2011'e kadar. Her şey çok güzeldi, dans, konuşmalar, hiçbir şeyde sorun yoktu. Tek sorun Foster'ın elenmesiydi, yarışmadaki hayatı, tıpkı Survivor'da elenen yarışmacının meşalesinin söndürülmesi gibi 3 gün sonra gerçekten sona ermişti. Henüz bilinen bir şey yok. Neden öldü, nasıl öldü, ihmal kurbanı mı oldu, stres miydi derdi, ya da astım krizi mi? Veya içki ile içilen ilacın etkisi mi? Bilmiyoruz. Ne olursa olsun, ona olan sevgimiz azalmayacak, değişmeyecek, gittikçe de artacak. Her ünlünün arkasından olduğu gibi. Değeri sonradan anlaşılacak.
"Umarım sizlerin beni sevdiği gibi, benim de sizleri sevdiğimi biliyorsunuzdur" cümlesi belki özetledi her şeyi. Elendikten sonra söylediği bu cümle, belki son vedasıydı. "Zirvede bırakmak gerekiyor belki de". Bunu söylerken 3 gün sonrasını görür gibi miydi? İçine mi doğmuştu?
"Her ölüm erken ama bu başka oldu" klişesini yapmak istemiyorum, ama yapmalıyım. Çok erken be, öyle böyle değil, cidden erken. Düşünüyorum. Acaba Allah korusun o yarışmadan başka biri vefat etseydi durum ne olurdu diye. Bunu yapmamın tek nedeni, Defne'nin sevilmesiyle mi yoksa bizim onu en son 3 gün önce kıpır kıpır dans ederken gördük diye mi sadece buna bir açıklık getirebilmek. Kanaatim şu ki, sanırım ikisi de. Her hafta canlı yayında izliyorduk diye belki. Çoğu insan arkadaşını kaybetmişçesine üzüldü, her gün gördüğü birini artık göremeyecekmiş hissine kapılmakla kalmadı, bu gerçekle de yüzleşti. Sabah uyandığım o mesaj: "Oha Defne Joy Foster ölmüş". Okuduğum anda gözümden gelen yaş, hiçbir ünlünün ölümü beni bu kadar sarsmamıştı. Televizyonu açıp gerçekle artık karşılaştığımda ise donup kalmıştım. Sanki bir arkadaşımdı, tanıdığımdı, beraber bolca zaman geçirdiğim biriydi ve ben artık onu göremeyecektim. Ölümün ne kadar kolay, yakın ve acımasız olduğunu düşündüm. Her şey çok boş geldi gözüme. Ne birilerini kırmaya ne de kızdırmaya değerdi hayat. Hiç tanımadan sevdiğin birinin ölümü bile bu kadar ağır gelebiliyorsa, sevdiğin birinin başına bir şey geldiğinde durum çok daha fena olmaz mı? Ben bugün bunu yaşadım. Arkasında birsürü güzel anı bırakan güzel bir insan. Arkasında bıraktığı çocuğu, belki annesini hiç tanıyamayacağı için şanssız, ama bu acıyı aklı erecek bir yaşta yaşamayacağı için şanslı. Ne şans ama.
Defne son şakanı yaptın belki, ama gerçekten hiç komik değil bu sefer.
Rahat uyu.
1 Şubat 2011 Salı
Röportaj Yapılan İnsan Psikolojisi
Ramazan Bayramı klişelerini herkes bilir. Mısır Çarşısı'nda alt alta üst üste koşuştura koşuştura röportaj yapmaya çalışan muhabirler, kamerada gözükmeye çalışan çocuklar, teyzeler, amcalar, apaçiler. Çığlık çığlığa ürününü tanıtmaya çalışan esnaf. Ya da iftarlık fiyatları. Pastırma ne kadar, sucuk ne kadar (Herkes iftarını pastırma ile sucuk ile açar, açmalıdır) bunlar ilk haber olarak verilir. Ali Kırca'nın sesini duyar gibiyim: "Mısır Çarşısı'nda arkadaşımız Özlem Gülübik, vatandaşın cebini yakan sucuk fiyatlarını araştırmak için olayı yerinden inceliyor".
Marketler tıklım tıklım, şarküterilerde izdiham var, insanlar torbaları kapmış koştur koştur geziyorlar, adeta yağmalıyorlar bütün dükkanları. Evet, ta ki bir kamera onlara odaklanana kadar. Eli kolu torba dolu. Sihirli sözcükler dökülüverir: "Abi açız ağlıyoruz eve ekmek götüremiyorum, hayat pahalılığı çok fazla, enflasyon %500, maaşım yetmiyor" ya da "Emekliyim, aylığım üç kuruş neye yetiştireceğimi şaşırıyorum". Tamam teyzecim, abicim, haklı olmadığınızı söyleyecek değilim. Ama, daha demin kasapla tokalaştın hayırlı işler diledin 3 kilo pastırma 5 kilo sucuk var torbanda. Ağlanma sebebin ne ki? Neden 20 kilo alamıyoruz diye mi ağlıyorsun? Tutarlı ol yahu.
Bir de bir fenomen haline gelmiş olan "Mala Bağlayan Teyze" gibi olanlar var. Alabildiğine gergin, saçmalama ivmesi röportajın uzunluğu ile doğru orantılı olarak artıyor. Tamam, hiçbirimiz her daim kameralar karşısında değiliz, ama atlama sen de her kameranın olduğu yere o zaman. Konuşamayacaksan ne işin var hem kendini rezil edersin hem akraba tanıdık eş dost rezil edersin? Mantıksız. Mala bağlayan teyze! "Dedeye yardım edelim zağip çıkalım" demeni unutmayacağım. Bir numarasın.
"Eyyorlamam bu kadar, haydi hayırlı işler" diyen abiyi ele alalım. "Ne çekiyonuz, bana da yer var mı?" nidalarıyla kameraya yaklaşıp, hiçbir fikri olmayan bir konuyla ilgili yorum yapması bekleniyor. O da yiğitliği elden bırakmıyor tabi. "Bilmediğimiz ortaya çıkmasın rezil olmayalım" mantığıyla yanaşıp daha fena rezil olmak. Kilit nokta bu. Hiçbir fikrin olmayan bir konuda neden saçmalamak istersin ki? Bir konuda uzmansan konuş eyvallah. "Biliyorsan konuş ibret alsınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar" demiş eskiler. Cuk diye oturtmuşlar. Haydi uygulayalım.
MGD, öneri için sağolunuz var olunuz.
Öperim, görüşürüz.
Marketler tıklım tıklım, şarküterilerde izdiham var, insanlar torbaları kapmış koştur koştur geziyorlar, adeta yağmalıyorlar bütün dükkanları. Evet, ta ki bir kamera onlara odaklanana kadar. Eli kolu torba dolu. Sihirli sözcükler dökülüverir: "Abi açız ağlıyoruz eve ekmek götüremiyorum, hayat pahalılığı çok fazla, enflasyon %500, maaşım yetmiyor" ya da "Emekliyim, aylığım üç kuruş neye yetiştireceğimi şaşırıyorum". Tamam teyzecim, abicim, haklı olmadığınızı söyleyecek değilim. Ama, daha demin kasapla tokalaştın hayırlı işler diledin 3 kilo pastırma 5 kilo sucuk var torbanda. Ağlanma sebebin ne ki? Neden 20 kilo alamıyoruz diye mi ağlıyorsun? Tutarlı ol yahu.
Bir de bir fenomen haline gelmiş olan "Mala Bağlayan Teyze" gibi olanlar var. Alabildiğine gergin, saçmalama ivmesi röportajın uzunluğu ile doğru orantılı olarak artıyor. Tamam, hiçbirimiz her daim kameralar karşısında değiliz, ama atlama sen de her kameranın olduğu yere o zaman. Konuşamayacaksan ne işin var hem kendini rezil edersin hem akraba tanıdık eş dost rezil edersin? Mantıksız. Mala bağlayan teyze! "Dedeye yardım edelim zağip çıkalım" demeni unutmayacağım. Bir numarasın.
"Eyyorlamam bu kadar, haydi hayırlı işler" diyen abiyi ele alalım. "Ne çekiyonuz, bana da yer var mı?" nidalarıyla kameraya yaklaşıp, hiçbir fikri olmayan bir konuyla ilgili yorum yapması bekleniyor. O da yiğitliği elden bırakmıyor tabi. "Bilmediğimiz ortaya çıkmasın rezil olmayalım" mantığıyla yanaşıp daha fena rezil olmak. Kilit nokta bu. Hiçbir fikrin olmayan bir konuda neden saçmalamak istersin ki? Bir konuda uzmansan konuş eyvallah. "Biliyorsan konuş ibret alsınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar" demiş eskiler. Cuk diye oturtmuşlar. Haydi uygulayalım.
MGD, öneri için sağolunuz var olunuz.
Öperim, görüşürüz.
31 Ocak 2011 Pazartesi
Blog Yazıyorum, Pink Floyd Dinliyorum, Elit Olduğum İçin...
İnsanlara kendini bir şeymiş gibi gösterebilmek ne kadar kolay. Saçlarını uzat, top sakal bırak; metalcisin. Saçlarını kazıt, top sakal bırak, deri ceket giy; metalcisin, motorun da var. Hakan Taşıyan dinle; arabeskçisin, kırosun, iticisin. Pink Floyd dinle, sigara iç; ağır melankoliksin. Çeşitli kavramları birleştirip üzerinde uygulaman yeterli. Herkesi kandırmak ne de kolay. Olmadığın biri gibi gözükmek. Belki bir ortama girebilmek için kullanılır bu, belki sadece beğendiğin birisi için. İnsanları, onların sevdiği şeyleri seviyormuş gibi kandırmak.
"Ahahaha ben de çok seviyorum Dio'yu. Çok hoş blues yapıyorlar". Evet fena rezil olabilirsiniz. "Metallica çok yakışıklı". Hayır yapmayın bunu. İnsanlar nasıl görünmek istiyorsa, sizi neye inandırmak istiyorlarsa öyle gözüküyorlar, en azından çabalıyorlar ya, kimisinin çabası yeterli olsa da kimisinde çok alakasız duruyor yahu. Sen Hakkı Bulut tipli birine Megadeth tişörtü giydirip 19 tane Megadeth şarkısı ezberletsen de, veya adam cidden fanıysa ve her albümünü alan, fırsat buldukça destek olan biriyse bile sen bunu o tipiyle örtüştüremezsin. Ya tipini "metalci" tipine uygun hale getirir (uzun saç, tercihi top sakal, çeşitli deri bileklikler, küpe...vs), ya tarzını değiştirir. 90 kişiye sorsanız onun metalci olabileceği kimsenin aklına gelmez çünkü. Bağdaştıramazsınız. İnsanları tipiyle yargılamak her kültürde olan bir şey. Geçerli olan bir akımın gerektirdiği tipe uygun hale gelmeye çalışmanın tarihi de akımın başlangıcıyla paralel.
Michael Jackson çıkıyor, herkes kısa paçalı siyah pantolon, altına beyaz çoraplar, tek ele takılmış bir eldiven, general omuzlu vatkalı püsküllü ceketler. O akıma ait olmayı gerektirecek en ufak bir işaret bile yetiyor insanlara. "Aa sen Michael Jackson mı dinliyorsun?" Her şey bunun için belki. "Ben de bu akımı takip ediyorum, herkes dinliyor, ben de dinliyorum, ben de sizin gibiyim, ben de sizdenim". Popülizm. Tüm mesele bu. Popülizm karşıtı olacağım diye abuklaşmanın da hiçbir anlamı yok tabi. Kimse sizi blog yazıyorsunuz diye çekici bulmaz, Pink Floyd dinliyorsunuz diye melankolik, Marilyn Manson dinliyorsunuz diye asi olarak yargılanırsınız. Öyle anılmak hoşunuza gittiği için, belki de gerçekten öyle olduğunuz için. Bunu sadece siz bilebilirsiniz.
Şimdi ben bunları yazdım ya, çok cool oldum, umursamaz tavrım beni inanılmaz cazibeli kıldı, herkes peşimden koşacak. Fötr şapka, atkı, blazer ceket. Cool olabilecek tüm kıyafetler hazır, müzik tarzı tamam, internet alemi tamam. Artık gidebiliriz.
Öperim, görüşürüz.
"Ahahaha ben de çok seviyorum Dio'yu. Çok hoş blues yapıyorlar". Evet fena rezil olabilirsiniz. "Metallica çok yakışıklı". Hayır yapmayın bunu. İnsanlar nasıl görünmek istiyorsa, sizi neye inandırmak istiyorlarsa öyle gözüküyorlar, en azından çabalıyorlar ya, kimisinin çabası yeterli olsa da kimisinde çok alakasız duruyor yahu. Sen Hakkı Bulut tipli birine Megadeth tişörtü giydirip 19 tane Megadeth şarkısı ezberletsen de, veya adam cidden fanıysa ve her albümünü alan, fırsat buldukça destek olan biriyse bile sen bunu o tipiyle örtüştüremezsin. Ya tipini "metalci" tipine uygun hale getirir (uzun saç, tercihi top sakal, çeşitli deri bileklikler, küpe...vs), ya tarzını değiştirir. 90 kişiye sorsanız onun metalci olabileceği kimsenin aklına gelmez çünkü. Bağdaştıramazsınız. İnsanları tipiyle yargılamak her kültürde olan bir şey. Geçerli olan bir akımın gerektirdiği tipe uygun hale gelmeye çalışmanın tarihi de akımın başlangıcıyla paralel.
Michael Jackson çıkıyor, herkes kısa paçalı siyah pantolon, altına beyaz çoraplar, tek ele takılmış bir eldiven, general omuzlu vatkalı püsküllü ceketler. O akıma ait olmayı gerektirecek en ufak bir işaret bile yetiyor insanlara. "Aa sen Michael Jackson mı dinliyorsun?" Her şey bunun için belki. "Ben de bu akımı takip ediyorum, herkes dinliyor, ben de dinliyorum, ben de sizin gibiyim, ben de sizdenim". Popülizm. Tüm mesele bu. Popülizm karşıtı olacağım diye abuklaşmanın da hiçbir anlamı yok tabi. Kimse sizi blog yazıyorsunuz diye çekici bulmaz, Pink Floyd dinliyorsunuz diye melankolik, Marilyn Manson dinliyorsunuz diye asi olarak yargılanırsınız. Öyle anılmak hoşunuza gittiği için, belki de gerçekten öyle olduğunuz için. Bunu sadece siz bilebilirsiniz.
Şimdi ben bunları yazdım ya, çok cool oldum, umursamaz tavrım beni inanılmaz cazibeli kıldı, herkes peşimden koşacak. Fötr şapka, atkı, blazer ceket. Cool olabilecek tüm kıyafetler hazır, müzik tarzı tamam, internet alemi tamam. Artık gidebiliriz.
Öperim, görüşürüz.
Öğrenciyiz Biz Çekeriz Cefa...
Yeni okul döneminin başlamasına sayılı günler kala herkesin korkulu rüyası olan e-dönüşüm ile yüzleşme vakti geldi çattı. Kimse bana bu büyük buluşmadan mutlulukla ayrılabileceğimizi falan anlatmasın. Her Yeditepe Üniversitesi öğrencisi en az bir kere bu işkenceyi yaşamıştır.
Yeditepe Üniversitesi'nin öğrencileri için özel olarak tasarladığı bu işkence aleti, öğrencilerin sınav sonuçlarını ve ders notlarını öğrenmek ve ders seçimlerini yapmak için kullandıkları sistemdir. Her dönem öncesi ders seçimi zamanı geldiğinde sistem açıldığı ilk dakikadan itibaren sorun vermeye başlar,ulaşılamaz hale gelir,sabrınızın sınırlarını zorlayarak sizi çileden çıkarır ve ağzınızı bozmanıza sebep olur. Sistem size kendini nazlı bir kız gibi sunar. Amacınıza ulaşana kadar sisteme tekrar tekrar girmeniz gerekir ve her seferinde biraz daha ileriye gidebilirsiniz. Ancak tam da derslerinizi seçip kurtulduğunuza inandığınız anda kendinizi en başa dönmüş halde bulmanız mümkündür. Ders seçimini halledip bir köşeye çekilenler kıskanılır ve nasıl başardıkları gizemini korurken siz daha kullanıcı sayfanıza bile giriş yapamamışsınızdır.
Tabi sistemin yanısıra bir de derslerinizi onaylaması gereken danışmanlarınız vardır. Danışmanınızı kendiniz seçememekle beraber şansınıza ne düştüyse kabul etmek durumundasınızdır. Kimisi hiç ilgilenmez farketmeden alamayacağınızdan fazla ders alırsınız,kimisi didik didik eder bir saati çakışan dersi dersin hocaları kabul etsede onaylatamazsınız,kimisi bir türlü onaylamak bilmez ve girmek istediğiniz dersin kotası dolar…liste böyle uzar gider. Şimdiye kadar geçirdiğim dönemlerde türlü türlü olayla karşılaşmama rağmen bu sistemin beni şaşırtmaya devam edeceğine dair olan inancım sonsuz.
Sanırım bu dönemin tek olumlu tarafı öğrencilerin birlik olmalarını sağlaması. Aynı sistemin kurbanı olan öğrenciler sosyal paylaşım sitelerinde duygularını başkalarıyla paylaşarak biraz olsun rahatlıyor ve destek görüyorlar. Farklı birçok kesimden ve görüşten öğrencinin bulunduğu bu üniversitede böylesi bir birlik oluşturmak için olağanüstü hal gereklidir. Buda ancak e-dönüşümden ders seçimi olabilirdi.
Benim için üniversite ile ilgili ‘özlemeyeceklerim’ listemde bir numarayı kimselere kolayca kaptırmayacak e-dönüşüme buradan sevgilerimi gönderiyorum.
Galatasaray-lı-lık
Ayrıcalık olması bir yana, bu aralar kendini sorgulatan kavram. UEFA Kupası taraftar sayısındaki artışın, patlamanın bir sebebi değildir diyemem. Elbette ki insanlar başarılı olandan yana olabilir.Ama sadece gönülden bağlı olanlar her durumda desteğini sürdürür. Kötüyken de iyiyken de kötüye giderken de iyiye giderken de gönül verdiği takımın arkasında olmak esastır. Bunda sıkıntı yok. Ama, senin "futbolcuya değil formaya aşığız" nidaların gün oluyor seni şampiyonluktan eden bir futbolcuya ettiğin küfürle son buluyor, gün oluyor 90+4'te takımı bir üst tura taşıyan golü atan herhangi bir futbolcunun adını sayıklatıyor. Galatasaray'ın kaderi gün oluyor 18 yaşında bir futbolcunun attığı gole, gün oluyor 35 yaşında bir emektarının atamadığı gole bağlı oluyor. İşte bu aslında kavramların ne kadar kimi zaman hak etmeyen değerlere bağlı olduğunun göstergesi. 20 yaşında biri Galatasaray edebilir mi? Ya da 33 yaşında biri seni Galatasaray'dan nefret ettirebilir mi? Cevap evetse "Galatasaraylılık" anlayışını sorgulaman gerekir. Çünkü herkes bilir ki hiçbir zaman bir kişi bir bütünü her şeyiyle temsil edemez, sorumluluğu yüklenemez ve doğal olarak başarı da o kişiye mal edilemez.
2010-2011 sezonu. Her şey berbat. Ne Avrupa Ligi, ne Spor Toto Süper Ligi. 18. haftadan lige, ikinci maçtan Avrupa'ya havlu atmış bir takım. Eskiyi düşününce tüm Galatasaraylıları çileden çıkaran bir durum. 9.luğa üzülmeyip 7.liğe sevinir gibi bir halimiz var. Gün geliyor kendi sahamızda Gençlerbirliği'nden 4 gol yiyoruz, gün geliyor stoperden depara kalkan Servet Çetin verkaçlara girip 15 saniye içinde gol atabiliyor. Dengesizlik her koşulda kendini belli ediyor. Sezonun ilk yarısı Frank Rijkaard gibi bir dünya markası teknik direktörü Türkiye'de alışıldığı gibi apar topar gönderip takıma alışık birine emanet etme geleneğimize bir yenisini ekleyip futbolculuk kariyerinde Galatasaray forması ile fırtınalar gibi esip alışık olmadığımız kupaları, beklenmeyen başarılar kazanmamızda en önemli isim olan Gheorghe Hagi'yi getiriyoruz takımın başına. Sanki tüm suç Rijkaard'daymış gibi. Sanki sahaya 1-1-8 taktiği ile takımı çıkartıyormuş gibi. Her zamanki gibi suçu yine gözle görülen yerde değil de başka yerlerde arayıp hanemize bir eksi daha ekletiyoruz. Alıştığımız gibi. Ve Hagi'nin takımın başına geçip, takımı inanılmaz motive edip 9.luktan ilk 3'e sokmasını bekliyoruz belki. Ya da hepsi sadece göz boyamak için.
Türk Telekom Arena gibi her türlü Avrupa/Dünya standardına uymakla kalmayıp herkes tarafından oldukça övülen bir stad yapıldı tarihin en kötü Galatasaray'ına. Ali Sami Yen'e son verin, yeni bir başlangıç yapın denildi. Bu takım sanki çok hak ediyormuş gibi. Ama dedik ya, oyuncular değil Galatasaray'ı Galatasaray yapan. Stad Galatasaray için yapılmıştı. Barış Özbek için ya da Ayhan Akman için değil. Galatasaray için. Sahada oynayacak, ismi temsil edecek olan gene onlardı. Onbinlerce taraftar haklıydı isyanında. Ayhan'ı mı izlemeye gideceklerdi yoksa Ufuk Ceylan'ı mı? Haklılar, çok haklılar. Hagi "artık eskidi, yenisini yaptık gelin burada oynayın" diye gözden çıkarılan stadda canını dişine takıp milyonları sevince boğduğu anları Türk Telekom Arena gibi bir spor kompleksinde sahadaki barbarları izlerken eminim çok kez hatırlamıştır. Çok iç geçirmiştir. Adam haklı beyler. Adam çok haklı.
Eurovision Nedir? Hala İnanan Var Mıdır?
Ben inanıyorum. O organizasyonun güzelliğini de hiçbir yerde bulamadım, bulacağımı da sanmam. Kimisi çok çakma olduğunu iddia ediyor. "Ööö komşular birbirine oy vericek, bu sene de diplomasi kazanıcak, küçükler büyüklere oy vericek" diye kemiriyorlar sağı solu. Evet ben de biliyorum Almanya'dan 12 puan alacağımızı, Yunanistan'a en az 5-6 puan verip bir halt geri alamayacağımızı, her konuda olduğu gibi. Ama tüm bunlara rağmen garip bir çekiciliği var işte. Bunu inkar edecek değilim. Sonuçta her sene aynı ülke kazanmıyor. Tamam her sene güzel şarkı da kazanmıyor ama bunu sürekli SSCB'den kopan ülkelerin birbirlerine oy vermesi olayıyla açıklamak da artık gerçekten çok bayatladı. Bir Almanya'nın da bir Norveç'in de kazanabildiğini gördük.
Bu sene de 'Yüksek Sadakat' katılacakmış. Son 5 senedeki başarılı grafiği aşağı çekeceklermiş gibi dursalar da önyargılı olmanın şu an için bir anlamı yok. Daha şarkıyı bile duymamışken böyle aksiyonlara girişmek gereksiz. Ha bir Hadise'nin katılacağı falan zamanı hatırlıyorum da 2 sene önce bu günlerde Hadise'nin kot ve tişört mü yoksa şık bir elbise mi giyeceğini, topukluyla mı babetle mi sahneye çıkacağını tartışıyorduk. Arada sırada haberler de olmasa 'Yüksek Sadakat''i kimsenin hatırlayacağı falan yok. Bu onların çok umrunda mı bilmem. Ellerinden geleni yapacaklarına gayet eminim ama. Hakkını verirler. Diğerlerini görmeli.
Yahu o değil de Eurovision'un tanıtım yüzü kesinlikle ve kesinlikle Sakis Rouvas olmalı. Ben 14 yaşındaydım adam "şekişekişekişeki kessamon ayyamon" diye sahnede boy gösteriyordu. İnatla katılma ısrarı da devam ediyor. Seviyor, kopamıyor, durduramıyoruz efenim bu sevgisini. Tamam işi kıvırabiliyor güzel dans falan ediyor dansçılar vesaire güzel görsellik her şey olumlu da ne bileyim, insanlar sıkılır yahu. Biz her sene Kenan Doğulu'yla katılmış olsak birileri eminim linç girişiminde bulunurdu.
Bir de tabi ki Malta'nın gururu, Malta'nın her şeyi, Malta'yı Malta yapan kadın: Chiara. 3 kere katılmış, sırasıyla 3., 2, ve 22.likleri var. Yine yeniden Chiara tercihinde bulunabilir Malta. Bu sonuç sürpriz olmamalı kimseye. Ona da tabi. Hep de sağolsun slow şarkılar söyleyerek gençlerimizin slow müzik kültürünü genişletip arşivlerine yeni şarkılar sokuyor tabi(!) ama ona da dur demesi lazım birinin. Her şeyin sınırı var, Eurovision'a katılma hakkı 2'ye indirilsin, yeni yüzler temsil etsin ülkeyi.
Demeye kalmadan aklıma Lena Meyer-Landrut geldi. Almanya'ya "Satellite" şarkısıyla birincilik getirdiği anda Almanlar sınırları zorlayıp ertesi sene bir kez daha onu kullanmaya karar verdiler. Bu taktik işe yarar mı bilemiyoruz ama sevimli, sempatik, tatlı bir insan görmenin çok da bir sakıncası yok.
Sonuç mu? Eurovision güzeldir, candır, tatlıdır, sempatiktir.
Oha bi' dakika. Türkiye'nin oylarını açıklayan Meltem Yazgan. Sakis'e, Chiara'ya falan laf edeceğime ilk lafım ona olmalıydı. Artık sunma lütfen. İngilizce sunmaya da çabalama. Hele hangi ülkeye bağlandıysan onun dilinde bir şeyler anlatmaya çalışma. Seni anlamıyorlar, sana gülmüyorlar, seni görmezden geliyorlar, verdiğin puanları bile sen söylerken değil senin bağlantın bittikten sonra ekranlardan öğreniyor milyonlar. Yapma bunu.
Öperim, görüşürüz.
30 Ocak 2011 Pazar
Minibüs İnsanı
Hepiniz aynısınız lan! Vallaha bak! Yaşlı biri binince uyuyor taklidi yapan, oradasın biliyorum. Para uzatmamak için en arkaya oturanları da görür gibiyim. "Minibüs salladı" yalanı altında yanındaki kıza/kadına musallat olan, başına geleceklerden sorumlu değiliz. Minibüse adımını atarken "pissmil" diye ses çıkaran yaşlı teyze, yarım yamalak söyleme şunu. Şoförün arkasında ayakta dikilip tüm paraları şoföre ileten, sen iyi bir insansın. Yakın bir yerde inecek olmasına rağmen en arka köşeye oturup inerken zorluk çıkarmaya çalışan, senin derdini yıllardır çözebilmiş değilim. 321 dakika sonra Kadıköy'e yaklaşmışken "Kartal'a ne zaman geleceğiz?" diye sorup kafaları karıştıran, sen hiç dikkatli bir insan değilsin, korkuların da seni ters yöne götürmeye devam edecek, ayık ol.
Minibüs insanı uğruna bir şeyler yazılır da minibüsçü es mi geçilir? Adam tarz, adam cool, adam umursamaz, adam çapkın, adam sinirli, adam ikna olmaz. Para uzatırsın, "Bozuk yok muaa?" diye bağırır, Boş yer olduğuna inanır, "Arkalara ilerleylim, sıkışalım, sarılalım, öpüşelim" diye çılgın atar. Sağ kol geride, gerine gerine yürüyüş tarzının babası onun atalarıdır. Başkası yapamaz, yakışmaz. 5 kuruş eksik yollarsın, "Her 5 kuruş vermeyeni minibüsüme bindirsem ne olurdu benim halim?" diye yakarır. Felsefesi kuvvetlidir. Güzel bir kız biner, önce aynadan keser boylu boyunca. Bir ara gazı verir, iki dur kalk yapar ki kız ilk cilvesini yapsın: "Ayol yavaş olsana biraz insan taşıyosun!!!11". Kızın tav olduğunu düşününce sürekli onun üzerine oynamaya başlar. "Bayan biraz öne ilerler misin, bayan şu parayı uzatabilir misin, bayan burası boş istersen buraya otur". Sözlü tacizde uzmandır sözün özü. Radyodan en güzel aşk parçalarını iletir kimi zaman. "Seviyorum duysana, yalnızca inan bana". Kız gitmek istediği yere gelince "Müsait bir yerde inebilir miyim?" diye sorar. Bu onu efkardan efkara sürükleyen yegane cümledir. Kız indiği anda "off anam off, ayhh anam ayhh" diye iniltiler duyabilrsiniz. 5 kuruş eksiğiniz varsa da o arayı kollayın. O anda gözü ne 5 kuruş görür ne 50 kuruş. Sokuşturun gitsin.
Hangi şehirde olursa olsun, Türkiye'de yaşıyorsanız bunlar yanınızda bir yerde oturuyor olacak o minibüste. Hangi sosyal statüye sahip olursa olsun, oralarda bir yerdedir o, ya 400 metre ileriden binecektir, ya 10 dakika önce inmiştir. Onlardan birini gördüğünde elindeki parayı yavaşça yere bırak ve yavaşça "Müsait bir yerde..." diye fısılda. Sizi duyacak konumdaysa durur, yoksa biraz ileride inip yürüyün artık geriye doğru. Duyduğu yere kadar.
Haydin görüşürüz, şimdilik yeter bu yakarış. Öperim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)